"KÜRESELLEŞEN" PİYASA, YOKSULLAŞAN KÖYLÜ

GENEL MERKEZ ( )
30.06.2008 (Son Güncelleme: 30.06.2008 18:40:53)

Gökhan GÜNAYDIN (1)

Kırsal sosyolojinin çarpık kapitalizm ekseninde biçimlendiği Türkiye‘de; tarım sektörünün yetersiz - bozuk alt yapısal özellikleri, gizli işsizliğin kaynağı oluşu, üretici örgütlenmesinin "yok"luğu ve pazarlama kanallarının aracıya rant sağlamaya yönelik yapısı, Türkiye tarımcısını yıllardır ürettiğine sahip çıkamaz - sömürüye açık ve sayıca çokluğuna karşın siyasaları belirleyen değil siyasalardan etkilenen bir konumda tutmaktadır.

1980 sonrası süreçte Türkiye tarım sektöründe ekonomik - sosyolojik dönüşümün irdelenmeye çalışılacağı makale kapsamında, başlangıç olarak tarım sektörünün Türkiye sosyolojisi ve ekonomisindeki konumlanışı ile sektörün altyapısal özelliklerine temel çizgileri ile bakmakta yarar vardır.

***

Sosyolojik bir analize nüfus hareketleri önemli ipuçları sağlar. Şüphesiz Türkiye‘de gerçekleşen nüfus hareketlerinin başat nedeni, savaşlar ve bunların doğurduğu etnik - politik - ekonomik etkenlerdir. Bununla birlikte, "olağan" ve olağanüstü dönemleri bir bütün kabul ederek süreklilik - kopuş temsil eden yılları saptamaya odaklı bir analiz, kır - kent ilişkilerindeki kırılma noktalarının Türkiye‘nin temel dönüşüm yıllarına denk geldiğini ortaya koymaktadır.

SAYIM YILLARIKIRSAL NÜFUSKENTSEL NÜFUSGENEL NÜFUS
SAYI (milyon)ORAN (%)SAYI (milyon)ORAN (%)SAYI (milyon)NÜFUS ARTIŞ ORANI (%)
192710.375.83.324.213.6-
194013.475.64.324.417.81.96
195015.775.05.225.020.92.17
196018.868.18.831.927.72.85
197021.961.613.638.435.62.52
198025.056.119.643.944.72.07
198523.747.026.853.050.62.49
199023.141.033.359.056.42.17
199722.135.340.664.762.81.53

Kaynak : www.die.gov.tr

Çizelgenin analizinde öne çıkan sonuçlar şöyle özetlenebilir; Yetmiş yıllık süreç içerisinde nüfus yaklaşık 5 kat artmıştır. 1927‘de her 4 kişiden yalnızca biri kentlerde yaşarken, 1997 yılında Türkiye‘nin kentsel nüfusunun toplam nüfusa oranı % 65‘ler düzeylerine ulaşmıştır. Nüfus hareketlerinde iki önemli değişim tarihi olarak 1950 ve 1980 yılları öne çıkmaktadır. Cumhuriyet‘in başında % 75 düzeyinde olan kırsal nüfus 1950‘lere kadar sabit kaldıktan sonra, kentlere doğru hareketlenmeye ve bu bağlamda oransal olarak azalmaya başlamış, 1980 sonrası ise bu hareketlilik kır nüfusunun mutlak azalma eğilimine girmesiyle bir göç dalgasına dönüşmüştür. Türkiye‘de ilk kez 1980-1985 döneminde kırsal nüfus mutlak olarak azalmaya başlamıştır.

Son yıllarda tekelleşmiş medyanın "inkar edilemez katkıları" ile yaşanılan bilinç kayması, toplumu yaşam pratiğini tanımlayamaz şekle dönüştürmüştür. Hemen söyleyelim, "yeni" olduğu savlanan küreselleşme olgusu aslında emperyalizmin dönüşümünü temsil etmektedir (2), çalışma temelini bu dönüşümün üzerine kurgulamaktadır. 1950‘ler ve 1980‘ler, Türkiye‘nin siyasal ve ekonomik anlamda bir önceki dönemden kopuş tarihleri olup, son tahlilde kapitalizmin dünyadaki dönüşümüne yerel ölçekte uygun yanıtlar üretme niteliğini taşıma konusunda ortaklaşmaktadırlar. (3) Bununla birlikte, köylülüğü ve tarımı etkileme biçimleri oldukça farklıdır.

1950 yılı, Türkiye‘nin İkinci Paylaşım Savaşı sonrası kurulan Bretton Woods sistemine uyum sağlama sancılarını yansıtır. Değişim siyasal temelini, yeni rejimin "modernlik projesine" katamadığı köylünün, önemli oranda yoksullaşmasının etkisiyle, sisteme yabancılaşmasından almıştır. Geniş bir muhalif ittifakın desteğini alan iktidarın, temel tabanını oluşturan köylüye kaynak aktarma konusundaki çabaları, kurulan yeni dünya düzeninde bir çevre ülke olarak konumlanan Türkiye‘ye biçilen "yeni" rol ile çakıştı. Zor günlerde kurgulanan sanayileşme hedefi terk edildi, Türkiye ekonomisinin temeline tarım oturtuldu. "Savaşın nimeti" olan traktör dışalımına koşut olarak, tarım yaygın ve hızlı bir gelişme sürecine girdi; ancak toprak reformunu yap(a)mamış ve altyapısı son derecede yetersiz olan Türkiye tarımının tıkanması uzun sürmedi. Bu bağlamda, 1950‘li yıllarda görülen kente doğru hareketlenme, mekanizasyon artışının tarımsal işgücü üzerindeki etkileri ve dış kaynak kullanılarak yapılan yatırımların ısındırdığı ekonomi ile açıklanabilir.

1980‘li yıllara ilişkin analiz, çalışmanın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılı olarak yapılacaktır. Burada şunu söylemekle yetinebiliriz: 24 Ocak kararları ve bu kararların uygulanışına uygun zemin hazırlamaya odaklı 12 Eylül askeri rejimi ve arkaik yapıları, bir önceki kopuştan farklı olarak, tüm emek kesimi için olduğu kadar Türkiye tarımı ve köylüsü için de oldukça zor yılları beraberinde getirmiştir. Süreç örgütsüz köylüyü "organize" sermaye ile karşı karşıya bırakmış, Türkiye kırsalındaki yoksulluğu derinleştirmiş ve kırın çözülmesini doğurmuştur. Bu durum, tam da sistemin dönemsel gereksinimine uygun olarak, ucuz ve sürekli işgücü kaynağı olan eski köylüyü, sanayi kentlerinin varoşlarına yığmıştır.

Genel ekonomi içinde tarımın yerine bakıldığında, yukarıdaki dönemlemeye çok ta koşut olmayan bir çizginin varlığından söz edilebilir. 1920‘li yılların başında Gayri Safi Milli Hasıla‘nın yaklaşık % 45‘i tarımdan elde edilirken, yarım yüzyıl sonra, 1960‘ların sonunda bu oran hala % 40‘lar düzeyinde idi. İzleyen on yıllık süreçte hızlı bir düşme ile 1980 yılında % 25 olan tarımın GSMH‘daki payı, 2000‘li yılların başında % 13 düzeyine kadar gerilemiştir.

Teorik olarak, ulusal ekonomiler güçlendikçe, büyüyen GSMH içerisinde tarımın payı göreli olarak azalır. Bunun nedeni, tarımda yaratılan katma değerin, diğer sektörlere oranla daha düşük olması ile açıklanır. Türkiye GSMH‘sının son 30 yıllık değişiminde, bu gerçeklik etken olmuştur. Bununla birlikte, 1980‘li yıllardan itibaren tarımın gelişme hızının gerilemesi ve bazı yıllarda negatif büyüme rakamlarının kaydedilmesi, yukarıdaki verilerin ortaya çıkmasında önemli rol oynamıştır. Aynı dönemde sanayiinin de istenen gelişmeyi gösterememesi, Türkiye‘nin üretimden kopuşuna işaret etmektedir. 1970 sonrası 30 yılı aşkın sürede; tarımın GSMH‘ya katkısı % 40‘lar düzeyinden % 13‘ler düzeyine inerken, sanayiinin GSMH‘ya katkısı % 17 düzeyinden % 24 düzeyine yükselebilmiştir.

İstihdamın sektörel dağılımının değişimi ise, diğer iki ölçüt ile karşılaştırıldığında, daha az değişken bir durum sergilemektedir. 2002 Yılı IV. Dönem verilerine göre, Türkiye‘de istihdamın % 33.5‘una tarım kaynaklık etmektedir. Buna karşılık sanayi istihdam düzeyi, ancak % 18.9 dolayındadır. (4) Kırsal nüfus, "kentleşmenin" gelişimi, genel ekonomi ve istihdam içinde tarım sektörünün payına ilişkin veriler birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye tarımının barındırdığı atıl istihdam düzeyine ilişkin kestirimlerde bulunmak kolaylaşmaktadır.

Kriz dönemleri, bu yapıyı olanca çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. 2001 sonu ve 2002 başlarında ülkenin yaşadığı iki büyük ekonomik krizden sonra genel istihdam düzeyinde önemli daralmalar yaşanırken; yalnızca tarım sektörünün istihdam düzeyi yükselmiştir. Bunun, sektördeki bir canlanma ile ilgili olmadığı açıktır.

Konu ile ilgili bir başka önemli gelişme de, sektördeki kadın istihdamı ile ilgilidir. Tarım sektörü, kadın işgücünün en yoğun olduğu sektör konumundadır. 1999 yılı verilerine göre kadınların %72.2.‘si tarım kesiminde çalışmaktadır. 1990 - 2000 yılları arasında kadın istihdamında % 34‘ten % 28‘e olmak üzere % 6‘lık bir daralma olmasına karşın, aynı zaman diliminde tarım istihdamındaki kadın payı % 49‘dan %49.2‘ye yükselmiştir. Bu sonuç, "tarımın feminizasyonu" olarak nitelenmektedir.

Tarımın kadınsallaşması, (5) genel olarak emek sömürüsü içinde kadın emeği sömürüsünün "ayrıcalıklı konumuna" işaret etmektedir. Kırdan kente göç, erkekler için işgücüne katılımda küçük bir düşüşe neden olurken, kadınların neredeyse tamamının işgücü dışında kalması sonucunu doğurmaktadır.Tarım sektörü ise, emek yoğun ve az getiri sağlayan özellikleri ile öncelikle erkek işgücü tarafından terk edilen bir üretim alanı olma özelliği taşımaktadır. Bu sonuç, "tarımın kadınsallaşması" nın, kadın emeğinin giderek daha çok sömürüye açık hale gelmesine ilişkin bir kavramsallaştırma olduğunu ortaya koymaktadır.

80 binin üzerinde köy ve köy altı yerleşmede 15 milyon ve 2300‘e yakın kasabada 7.5 milyon kişi olmak üzere, Türkiye kırsal yönetim sınırları içinde yaklaşık 22.5 milyon kişi yaşamaktadır. 2001 DİE verilerine göre, tüm köyler ve nüfusu 25.000‘den az olan il ve ilçe merkezlerinde toplam 6.2 milyon hane bulunmakta olup, bunun 4.1 milyonu tarımsal faaliyette bulunmaktadır. Başka bir deyişle, Türkiye kırsalında bulunan hane halkı sayısının % 66‘sı tarımsal faaliyetlerden geçimini sağlamaktadır.

Nüfusu 2000‘in altındaki yerleşim yerlerinde tarımsal işletmeler dışındaki işletmelerin yarısından çoğunun bakkal (29.12) ve kahvehanelerden (%21.24) oluşması, kırsal yapıdaki üretim gücünün tarım ağırlıklı oluşunu açıkça ortaya koymaktadır.

Türkiye‘de tarımsal işletme büyüklüğüne göre işletme sayıları ve işletmelerin tasarrufunda bulunan arazi miktarını gösterir çizelge, köylülük ve sosyal statü ilişkileri açısından incelenebilir duruma getirildiğinde, aşağıdaki özet çizelge ortaya çıkmaktadır.

A. İşletme sayısı B. Arazi (dekar)

      TÜRKİYE
    Sayısal%
İşletme Büyüklükleri (da) A3 966 822 100
  B234 510 993100
Yoksul köylüler 50‘ den az A2 659 738 67
  B51 889 61222
Küçük köylüler 50 - 99 A713 14918
  B46 750 693 20
orta köylüler 100 - 499 A557 09714
  B95 704 06540
Zengin köylüler 500 - 999 A24 2010.6
  B14 982 4936
Top,ağası / kapitalis.tpr.sah. 1000 - +A12 6370.40
  B25 184 13012

Kaynak: www.die.gov.tr verilerinden yararlanılarak oluşturulmuştur.

Yukarıdaki çizelgede, köylüleri sahip oldukları tarım işletmesi büyüklüğüne göre tasnif etmektedir. Elbette bu sınıflandırma, yalnızca toprak mülkiyeti bazında yapılamaz, tarımsal yapıyı sarmalayan diğer ilişkilerde analize dahil edilmelidir. Bununla birlikte, mülk sahipliğinin, diğer ilişkilerde de güç sağlayıcı olduğu kabulünden yola çıkarak, verilere dayanan bir sınıflama çalışmasının yapılabileceği düşünülmektedir.

1991 yılı tarım sayımı sonuçlarına göre, Türkiye‘de, bitkisel ve hayvansal üretim faaliyetleri ile uğraşan 4.091.000 "tarım işletmesi" bulunmaktadır. Bu sayı 1950‘de 2,5 milyon, 1980‘de 3,6 milyon idi. Değişim, parçalanma sürecinin artarak sürdüğüne işaret ediyor.

Çizelgeden de izleneceği üzere, Türkiye‘de tarımsal işletme başına 59 dekar arazi düşmektedir. 100 dekardan az toprağa sahip yoksul ve küçük köylülere ait işletme sayısı, ülkedeki toplam işletme sayısının % 85‘i ve bunların sahip olduğu arazi toplam arazinin % 42‘si oranındadır. Orta ve zengin köylüler Türkiye‘de toplam işletme sayısının % 15‘ine sahip ve toplam arazinin % 46‘sına sahiptir. 500 dekardan büyük işletmelerin sayısal oranı % 1 iken, bu işletmeler toplam tarım arazisinin % 17‘sine sahiptirler. Yine bu kapsamda olmak üzere; 4.091.000 tarım işletmesinden 102.000‘inin hiç toprağı bulunmamaktadır.

Bu temel altyapı üzerinde, örgütsüz bir köylü yapısı bulunmaktadır. En yaygın örgütlenme biçimi kooperatifçiliktir. Türkiye‘de halen kurulu bulunan 10.095 adet Tarım Kredi, Tarım Satış, Tütün Tarım Satış, Tarımsal Kalkınma, Pancar Ekicileri, Sulama ve Su Ürünleri Kooperatiflerinin üye sayısı 5 milyona yaklaşmaktadır. Ancak nicelik açısından ulaştığı büyüklüklere karşın, kooperatifçiliğin üretici köylü hak ve çıkarlarını koruyan - geliştiren bir etkinliğe ulaştığı söylenemez.

Bu çerçevede köylü ürettiği ürününün katma değerine sahip çıkamayarak üretim sarmalına yabancılaşmakta; tüketici ise gıda ürünlerine her geçen gün daha yüksek bedeller ödemektedir. Süreç, yalnızca bir avuç aracıya yüksek rantlar sağlamaktadır.

Türkiye‘de tarımsal işletmelerin yukarıda özetlenen irrasyonel yapısı, bunlardan çoğunun öz tüketime yönelik olarak üretimde bulunmasına yol açmaktadır. Tarımsal işletmelerin pazara yönelik olarak ürettikleri ürünlerin pazarlamasında rol almaları, konumlandıkları coğrafi bölgeye, ürettikleri ürünün çeşidine, finansman kapasitelerine ve pazarın durumuna bağlı olarak değişmektedir.

Hasat döneminde çok miktarda ürünün pazara çıkması, ürün çeşidine göre değişen depolama olanaklarının yetersizliği, üreticinin içinde bulunduğu finansman olanaklarının yetersizliği, hasat döneminde fiyatların düşmesine ve üreticilerin önemli miktarlarda gelir kaybına uğramasına neden olmaktadır. Bu dönem içerisinde ürün satın alarak depolayabilen ya da pazarlama kanallarında ürüne el koyan aracı kesimler ise, sistemden hak etmedikleri bir kazanç elde etmektedirler.

Pazara yönelik olarak meyve- sebze gibi çabuk bozulan tarım ürünlerini üreten tarım işletmeleri, ürünlerini çoğu zaman tarlada aracılara satmaktadırlar. Son dönemlerde, Türkiye çapında örgütlenmiş hipermarket zincirlerinin de, aracıları ile üretici tarlasından ürün topladıkları gözlenmektedir. Bu durum, üreticinin ürününün düşük bedellerle ve vadeli ödemelerle elinden alınması anlamını taşımaktadır. Manavları da devreden çıkaran sistem, yalnızca büyük sermaye gruplarının sistemi sömürmesine izin verecek şekilde yapılanmaktadır.

Büyük kentlere ulaşan taze meyve sebzenin ise hemen tamamı, toptancı halleri ve bu yapı içerisinde konumlanmış olan, sayıları 3.000‘i aşmayan komisyoncular aracılığıyla pazarlanmaktadır. Köylünün ürününü kentlerde serbestçe pazarlaması böylece yasaklanmakta, ürünün bol olduğu dönemlerde kentlere mal girişi engellenerek - girenler imha edilerek fiyatların yüksek düzeyleri korunmaktadır !

Kooperatif yapının gelişmemiş olduğu Türkiye‘de, borsalar da köylünün emeğinin sömürülmesine hizmet eden yapılar olarak şekillenmektedir.

Bir başka tarım ürünü pazarlama aracı olan KİT sistemi (Hububatta Toprak Mahsulleri Ofisi, şeker pancarında Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi, tütün, tuz ve alkolde Tekel, çayda Çay-kur) ise, uygulanan Ortodoks mali politikalar sonucunda baskılanan fiyatlar nedeniyle işlevlerini yitirmişler ve özelleştirmeye hazır hale getirilmişlerdir...

Bütün bu veriler özetlendiğinde, Türkiye kırsalının ve tarım sektörünün fotoğrafı şöyle görülebilir; 21. yüzyıl başında, kentleşme oranı % 65 olan Türkiye‘nin GSMH‘nın % 13‘ü tarımdan elde edilirken, istihdamın % 34‘üne tarım kaynaklık etmektedir. 1980 sonrası izlenen siyasalarla yoksulluğu derinleşen Türkiye köylüsü, kendi içinde de sınıf ve katmanlardan oluşmaktadır. Köylünün çok büyük bir bölümü, ya topraksız ya da işçilik - ortakçılık gibi ilişkilere girmeden kendisini yeniden üretemeyecek ölçüde toprağa sahiptir. Türkiye köylüsü örgütsüzdür, aracıların egemenliğindeki pazarlama kanallarında ürününe sahip çıkamamaktadır. Sektörde emek sömürüsü (dışarıdan ya da kendi emeğini sömürü) baskın bir yapı olup, kadın emeği en çok sömürülen emek çeşidini oluşturmaktadır.

***

Kapitalizmin çevre ülkelerinin izledikleri siyasaların, yerel analizlerle yetinilerek açıklanması olanaksızdır. Bu bağlamda Türkiye, yarım yüzyılı aşkın bir süredir kapitalizmin dönüşümüne koşut yanıtlar üretmeye yönelik bir yapı taşıyor. Bu yapı içinde merkez ülkeler, Dünya Bankası, IMF ve DTÖ aracılığıyla, 1945‘lerden beri Türkiye tarım piyasaları üzerinde etkili oluyor...

Bununla birlikte, tarım kesiminin istikrar programları kapsamına doğrudan girmesi, 24 Ocak 1980 süreci ile başlamıştır. 1980‘li yıllar dünya ekseninde kapitalizmin Keynesgen siyasalardan neoliberalizme dönüşüne koşut olarak, Türkiye‘nin, "mükemmel bir kurgu ve hız" ile ithal ikameci siyasaları terk edişine işaret eder.

24 Ocak 1980 kararları, tipik bir IMF istikrar politikası paketi ile Dünya Bankası yapısal uyum programının tüm unsurlarını içermektedir: devalüasyon, KİT zamları, fiyat denetimlerinin kaldırılması, siyasaların değiştirilmesi... 24 Ocak kararları ve bu kararların uygulanabilmesine elverişli zemin hazırlamaya odaklı 12 Eylül askeri rejimi ile onun arkaik yapıları, Türkiye tarımı ve köylüsü için oldukça zor yıllar kurguladı. Köylünün ürününün pazarlama ve fiyat garantisini oluşturan, girdi desteği sağlayan tarımsal KİT‘ler hızla özelleştirildi, tarımsal kamu yönetimi dağıtıldı, destekleme kapsamı daraltıldı, tarımsal ürün fiyatları baskılandı, iç ticaret hadleri Cumhuriyet döneminde görülmemiş ölçüde tarımın aleyhine döndü. İç ticaret hadleri, 1976-‘79 yılları 100 kabul edildiğinde, 1988 yılında % 53‘e düştü, başka bir ifadeyle % 47 tarım aleyhine döndü.. 1929 Dünya buhranı ve onu izleyen dönemde aynı oranın % 27 olması, dönemin tarıma olan etkisini bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. Süreç Türkiye kırsalındaki yoksulluğu derinleştirdi ve kırın çözülmesini doğurdu. Bu durum, tam da sistemin dönemsel gereksinimine uygun olarak, ucuz ve sürekli işgücü kaynağı olan eski köylüyü, kentlerin varoşlarına yığdı.

On yıllık bir uygulamanın ardından, ucuz emeğin sağladığı "karşılaştırmalı üstünlük" lerden yararlanarak, katma değeri düşük tarımsal hammaddeler ya da tarıma dayalı ilkel sanayi mallarının satımı ile arzulanan oranda döviz geliri elde etmek ve dış ticaret dengelerini düzenlemenin olanaksızlığı anlaşıldı (6). Bu gelişme, şüphesiz bir "sürpriz" değildi, 1960‘lı ve 70‘li yıllarda yapılan birçok teorik ve ampirik iktisat çalışması, eşitsiz değişimin az gelişmiş ülkeler aleyhine olan sonuçlarını ortaya koymaktadır. (7) Bunun üzerine 1989 yılında 32 sayılı karar çıkartılarak, döviz getirme misyonu finans kapitale devredildi. Bu, bankacılık kesimini kamudan beslenen bir asalak şekline, Türkiye‘yi de tam anlamıyla rant ekonomisine dönüştürdü. (8)

Casino kapitalizminden en olumsuz etkilenen sektör, şüphesiz tarımdır. Finans kapitalin kamu kaynaklarını sömürmesine dayalı sistemde, üretim sarmalındaki para ilk önce, en az getirisi olan alandan çekilir. Bu ortamda, kaynak geri dönüşünün hız ve miktar olarak en yavaş - en az olduğu tarım yatırımları (kamusal ve özel) durdu, tarım sektörü içi sınıf konumlanmalarında, kaynak aktarım olanağı bulunan tüm ögeler hızla tarımdan çekildi. Ancak tarım işçiliği ve küçük mülkiyet yapısının kırsal alana mahkum ettiği büyük bir köylü kitlesi, yoksulluğu derinleşirken, kendi emeğini daha çok sömürme yolu ile kendini yeniden üretme olanaklarını aradı.

1990 - 2000 arası dönemde, üç konunun altını çizmekte yarar görüyorum. Bunlardan birincisi, 1990 - 1994 yılları aralığında, Türkiye‘de emeğin bölüşüm ilişkilerindeki payının göreli olarak artmasıdır. Bu sonuç, maden işçilerinin başlattığı direniş ve eylemlilik sonucu ortaya çıkmış, bu ortamda iç ticaret hadleri de tarım lehine gelişmiştir. Bu durum, Türkiye‘de işçi ve köylü hareketinin kader birliğini ortaya koymaktadır. İkinci konu, 1994 krizidir. Sermayenin merkezileşmesi ve kısa süreli sermaye hareketlerinin kural tanımaz bir hız kazanması, birçok az gelişmiş ülkede olduğu gibi, Türkiye ekonomisini de yapısal krizler ile karşı karşıya bırakmakta ve kriz dönemleri adeta sermayenin emekten rövanş aldığı yıllar olmaktadır. Harcama azaltıcı - kaydırıcı siyasalar, emek gelirlerini biçmek ile işe başlamaktadırlar. Bu bağlamda, 1994 krizi sonrası desteklemeye konu olan tarımsal ürün sayısı 26‘dan 9‘a (hububat ürünleri, şeker pancarı, haşhaş ve tütün) düşürülmüştür. Üçüncü olarak ta, Dünya Ticaret Örgütü kapsamında imzalanan Tarım Anlaşması ve AB ile imzalanan Gümrük Birliği, tarımın çöküşüne temel teşkil eden metinler olmuşlardır.

1 Ocak 1994 tarihinde yürürlüğe giren Uruguay Turu Tarım Anlaşması, (9) tarım sektöründe liberalizasyonu dünya genelinde uygulamaya sokan ve DTÖ‘ne üye ülkelerin imza koyduğu bir uluslararası anlaşma olmasına karşın; geniş anlamda ABD ve AB‘nin gereksinimlerine uygun düzenlemeler içermektedir. Anlaşmanın genel olarak ülkelerin tarım sektörüne verdikleri iç desteklerin indirgenmesi, sübvansiyonlu dışsatım miktarının azaltılması, iç pazarları koruyucu önlemlerinin ortaklaştırılarak düzeyinin indirgenmesi, sağlık ve bitki sağlığı önlemlerinin dünya genelinde uyumlaştırılması başlıkları altında getirdiği düzenlemeler, az gelişmiş / gelişmekte olan ülke grubunun tarımlarında bağımlı yapılar oluşturmakta ve dışsatımda rekabet üstünlüğü olan ülkelerin dünya pazarlarındaki etkinliklerini artırmaktadır.

DTÖ Uruguay Turu Anlaşması‘nın, Türkiye üzerinde - şimdilik - çok önemli bir etki doğurduğu söylenemez. DTÖ‘ne kote edilen veriler, Türkiye‘yi zorlayıcı bir indirim yükümlülüğü yaratmamıştır.

Bununla birlikte, Anlaşma hükümleri, "reform savunucularına" önemli bir argüman armağan etmiştir: Dünya tarım politikalarının yönü liberalizasyona doğrudur ve Türkiye bir an önce bu değişime ayak uydurmalıdır! Liberalizasyon sürecinin yürütücüsü olan ABD‘de Bush yönetiminin oluşturduğu Çiftlik Yasası (Farm Act) aracılığıyla tarımına, gelecekteki 10 yılda 70 milyar $ ilave destek kurgulaması bir yanda dururken, "yerel neoliberaller" tarım desteklerinin kapsamının radikal bir şekilde daraltılması ve tarımın serbest piyasa kurallarına tabi tutulması gerektiğini savundular. Doğrudan gelir desteğinin mutlaka üretimden bağımsız olması, girdi desteğinin tümüyle elemine edilmesi gerektiği .., bu kapsamda yıllardır ileri sürülmekte ve kamuoyu manipüle edilmektedir. Bu ideolojik saldırı karşılıksız kalmamış, her iki alanda da ülke "reform" gerçekleştirmiş; girdi destekleri tümüyle kaldırılarak yerine üretimden bağımsız (decoupled) Doğrudan Gelir Desteği uygulamalarına geçilmiştir. Bununla birlikte, Anlaşma kapsamındaki gerçekler çok farklıdır. Öncelikle, anlaşmanın "de minimis"(10) hükmü gereği, Türkiye iç desteklerinde bir indirim yükümlülüğü altında değildir ve iç destek kompozisyonunu dilediği gibi şekillendirebilir. Bu kapsamda, DGD‘nin DTÖ kurallarından doğan bir "üretimden bağımsız olma" zorunluluğu yoktur. Ayrıca Anlaşma, ülkelerin az gelişmiş bölgelerindeki yoksul üreticilerine girdi desteği verebileceği hükmünü de taşımaktadır.

Buna karşılık, liberalizasyon düzeyinin yükseltilmesi amacıyla, DTÖ kapsamında sürdürülmekte olan "ileri Tarım Müzakereleri", az gelişmiş / gelişmekte olan ülkelerin tarımsal yapılarını kırmaya yönelik yeni önlemler geliştirmektedir.

1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe giren AB Gümrük Birliği Anlaşması‘nda, temel olarak tarım ürünleri kapsam dışında bırakılmış olmakla birlikte, işlenmiş tarım ürünleri kapsama alınmıştır. Sözü edilen kapsam belirleme, Türkiye‘nin rekabet üstünlüğü olan salça - meyve suyu gibi çeşitli alanları dışlamıştır. Bu yapı altında AB ile yapılan dış ticarete ilişkin veriler, GB Anlaşması‘nın mevcut ticaret dengelerini hızla AB lehine bozduğunu göstermektedir.

Bununla birlikte, tarım siyasalarında oluşturulan radikal değişiklikler, 2000‘li yıllarla birlikte başlayan süreçte IMF ve Dünya Bankası ile yapılan anlaşmalardan kaynaklanmaktadır. Ancak "Bretton Woods sisters" ların rahat çalışabilmesi için, öncelikle tarımsal kamu yönetiminin dağıtılması gereklidir.

***

IMF ve Dünya Bankası‘na yeniden dönmek üzere, bu noktada, Türkiye‘de tarımsal kamu yönetiminin dağıtılma - işlevsizleştirilme - tasfiye edilme sürecine ilişkin bir parantez açılmasında yarar vardır. Süreç üç aşamalı olarak analiz edilebilir; (i) Birinci aşamada, 1984 tarihli "reorganizasyon" ile Tarım Bakanlığı‘nın hemen tüm kurmay birimleri (Ziraat İşleri, Zirai Mücadele, Hayvancılığı Geliştirme, Gıda İşleri, Veteriner İşleri, Su Ürünleri, Toprak-Su Genel Müdürlükleri) dağıtılmıştır. Süreç, tarımdaki etkin kamu yönetimini kırmıştır. (ii) İkinci aşamada Tarım Bakanlığı‘nın yönetim gücündeki aşınmaya koşut olarak, Türkiye‘deki kamu örgütlenmesinin diğer birimleri de tarım yönetiminde söz sahibi olmuşlar, görevler ve yetkiler çeşitli kuruluşlar arasında (Bakanlar Kurulu, Yüksek Planlama Kurulu, Para Kredi ve Koordinasyon Kurulu, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı, Devlet Bakanlıkları, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlıkları, Merkez Bankası, Ziraat Bankası ..) dağıtılmıştır. Bu dağıtımda yeterince net belirlenemeyen görevler yetki çatışmasını da beraberinde getirmiş, bu yapının üzerine eklenen eşgüdüm yetersizliği ise tarım yönetiminin etkisizliğini ve tarımın sahipsizliğini perçinlemiştir. (iii) Üçüncü aşamada ise Yönetişim (governance) (11) ilkesinin etkileri Türkiye‘ye ve tarım sektörüne de yansımış, birçok görev ve yetki alanı zaten elinden çıkmış bulunan Bakanlık, kalanlarını da adeta bu alanda oluşturulan kurullara devretmiştir.

Bu kurullardan üçü (Tütün ve Tütün Mamüllerini ve Alkollü İçkiler Piyasasını Düzenleme Kurulu, Şeker Kurulu ve Tarım Satış Kooperatifleri Birliklerini Yeniden Yapılandırma Kurulu) kamu alanını özel sektöre devretme ve "işletici" özelliğinden sıyrılan kamunun, özel sektör işbirliği ile alanı düzenlemesi ve denetlemesi işlevine yönelmekte, böylece "Bağımsız İdari Otorite" (12) kavramına oturmaktadırlar.

Buna karşın, birisi kurulmuş, bir diğerinin kurulması ise içeriğinde bulunduğu yasa tasarısının akıbetine bağlı olan kurullar (Tarımda Yeniden Yapılandırma ve Destekleme Kurulu ve Tarımsal Destekleme ve Yönlendirme Kurulu) Bakanlığın kalan yetkisini, "eşgüdüm" adı altında bürokrasinin diğer birimleri ile paylaşması anlamını taşımaktadır.

Tüm bu süreç, kamunun alandan çekilerek örgütsüz köylünün, "örgütlü sermaye" ile karşı karşıya kalması sonucunu doğurmuştur. Yukarıda da belirtildiği gibi, böylelikle "temizlenen alan", IMF ve Dünya Bankası tarafından doldurulmuştur.

***

IMF‘nin Türkiye tarımına belli başlı etkileri, aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir; (i) Öncelikle destekleme fiyatlarının baskılanması, ardından girdi ve çıktıya dayalı destekleme sisteminin tümüyle elemine edilerek Doğrudan Gelir Desteği sistemine geçilmesi, (ii) TSKB, TCZB‘nın tasfiye edilmesi, (iii) TZDK, İGSAŞ, TÜGSAŞ, TŞFAŞ, ÇAYKUR, TEKEL‘in özelleştirilmesi, (iv) Siyaset - ekonomi arasındaki bağın kesilerek tarımsal kamu yönetiminin by pass edilmesi, kurulların oluşturulması.

Ayrıca anlaşmalarla, IMF "reformlarının" Dünya Bankası Yapısal Uyum kredileri ile destekleneceği de hükme bağlanmıştır.

Bu çerçevede Dünya Bankası ile 2001 yılında imzalanan "Tarım Reformu Uygulama Projesi (ARIP)", Doğrudan Gelir Desteği sistemini kredilendirmiş, tütün ve fındık ekimi adeta yasaklanan çiftçi için evlere şenlik bir "Çiftçi Geçiş Programı (Alternatif Ürün Projesi)" hazırlamış ve "TSKB‘nin Yeniden Yapılandırılması" adı altında tasfiye edilmesini projelendirmiştir.

"Bretton Woods sisters" olarak ta tanımlanan bu iki kurumun yönettiği süreçte anahtar rolü, özelleştirmeler oynamaktadır. Türkiye‘de özelleştirilen ve/veya özelleştirme sürecinde bulunan tarımsal KİT‘ler, aşağıdaki gibi gruplandırılabilir;

(i) Hayvancılık alt sektöründe faaliyet gösterenler,
Et Balık Kurumu / Et ve Balık Ürünleri A.Ş (EBAŞ), Gönen Gıda Sanayii A.Ş., Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), Yem Sanayii (YEMSAN)

(ii) Girdi üretimi ve dağıtımı alanında faaliyet gösterenler
Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK), Türkiye Gübre Sanayi A.Ş. (TÜGSAŞ), İstanbul Gübre Sanayi A.Ş. (İGSAŞ), T.C.Ziraat Bankası, Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM)

(iii) Tarım ticareti alanında faaliyet gösterenler
Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. (TŞFAŞ), Tütün, Tütün Mamülleri Tuz ve Alkol İşleri Genel Müdürlüğü (TEKEL), ÇAYKUR, Toprak Mahsülleri Ofisi Genel Müdürlüğü (TMO), Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri (TSKB)

Yukarıda belirtilen tarımsal KİT‘ler dışında, Türkiye‘nin toprak ve su kaynakları - ormanları da kamu mülkiyetinden çıkarılma sürecindedir. Tarım alanındaki özelleştirme uygulamalarının Türkiye‘ye etkileri konusuna ileride değinmek üzere, destekleme siyasalarındaki değişimi anlatmaya yönelik bir paragraf açmakta yarar vardır.

***

Öncelikle şu belirtilmelidir ki, küresel emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin yaymaya çalıştıkları "Türkiye‘de tarıma ayrılan kaynaklar ülke için bir kara deliktir" iddiası gerçek dışıdır. 1999 yılından bu yana, Türkiye‘de, kamu bütçesinden tarıma ayrılan kaynak yılda 2 milyar $‘ın altındadır. Halkın neredeyse yarısının doğrudan istihdam edildiği ve geçimini sağladığı bir sektöre ayrılan ve miktarı yukarıda belirtilen kaynak bir kara delik değil, son yıllarda Doğrudan Gelir Desteği uygulamalarında da somutlaştığı üzere, olsa olsa nafakadır.

Türkiye tarımsal destekleme sistemi, IMF ve DB siyasaları ile radikal olarak değiştirilmekte, doğrusu tasfiye edilmektedir. Süreç kısaca şöyle özetlenebilir;

Türkiye‘de uzun yıllardan beri en yaygın olarak başvurulan destekleme aracı, pazar fiyatı desteklemeleri idi. Bu yöntemde hükümetler, hangi ürünleri hangi fiyattan satın alacağını belirleyerek alım yapacak kuruluşu görevlendirmekte idiler. İlk pazar fiyat desteği uygulaması olan buğday destekleme alımlarına 1932 yılında T.C.Ziraat Bankası aracılığıyla başlanmış, 1938 yılında TMO‘nun kurulması ile bu görev TMO‘ne devredilmiştir. TŞFAŞ, Çay kur, Tekel, Kooperatifler, devlet destekleme alımında görev alan diğer bazı kamu kuruluşlarıdırlar.

1960 yılında devlet destekleme alımı kapsamına alınmış ürün sayısı 6 iken (buğday, arpa, çavdar, tütün, çay, şeker pancarı), bu sayı 1970 sonlarında 24‘e çıkarılmıştır. Bu ürünler; buğday, arpa, çavdar, yulaf, pamuk, tütün, yaş çay yaprağı, şeker pancarı, soya, ayçiçeği, fındık, Antep fıstığı, kuru incir, çekirdeksiz kuru üzüm, çekirdekli kuru üzüm, zeytin, haşhaş, gül çiçeği, yer fıstığı, kolza, zeytinyağı, tiftik, yapağı, yaş ipek kozasıdır. 24 Ocak kararlarından sonra ürün sayısında tekrar azalma olmuş ve 1990 yılında destekleme kapsamındaki ürün sayısı 10‘a düşmüştür (buğday, arpa, çavdar, mısır, çeltik, yulaf, tütün, şekerpancarı, haşhaş, nohut). Aynı sayı 1991 yılında 24‘e, 1992 yılında ise 26‘ya yükselmiştir. 5 Nisan 1994 kararlarıyla birlikte kapsama alınan ürün sayısı 9‘a (hububat ürünleri, şekerpancarı, haşhaş ve tütün) düşürülmüş ve bu sayıda 2000‘li yıllara kadar önemli bir değişiklik olmamıştır. 2000‘li yıllarda, tüm destekleme alımları önce piyasa mekanizması içinde, sonra da resmi olarak tasfiye edilmektedir (13).

Ürün destekleri konusunda bir başka gelişmede, Türkiye‘de uygulanacak destekleme fiyatları düzeyinin niyet mektuplarına konu olmasıdır. Bu bağlamda hububat, tütün, şeker fiyatları, genellikle dünya fiyatlarına endekslenerek istikrar programı metinlerine "yapısal kriter" olarak konulmakta, dış yardım zorunluluğu içinde bulunan hükümet (ler) bu fiyatları metinlere aynen sadık kalarak ilan etmektedirler.

Pazar fiyatı desteği yanında Türkiye‘de girdi desteği (gübre, tohum, su, tarımsal mücadele ilaçları, tarımsal kredi) uygulamaları da yapılmakta idi. Ancak yine "istikrar programları" çerçevesinde, tüm girdi destekleri elemine edilmiştir.

Türkiye‘de tarım alanında verilen genel hizmetler olan araştırma - eğitim ve yayım hizmetleri, denetim ve kontrol hizmetleri, hastalık ve zararlılara karşı yapılan kamu mücadelesi ve altyapı hizmetleri ise, her geçen gün etkinliğini yitirmektedir.

Türkiye tarımsal destekleme siyasalarının değişimi, 1999 sonlarında başlayan İstikrar Programı‘nın en önemli bölümlerinden birini oluşturmaktadır. Türkiye‘ye, tüm tarımsal desteklerini elemine ederek doğrudan gelir desteği (DGD) sistemine geçilmektedir.

Doğrudan Gelir Desteği (DGD), DTÖ‘nün, tarımsal destekleme aracı olarak tanımlamasına karşın, niyet mektuplarında da belirtildiği gibi tarımsal destek olmayıp bir yoksulluk yardımıdır. GATT Uruguay Turu Sonuç Anlaşması hükümlerine göre üretimden bağımsız (de coupled) doğrudan ödemeler DTÖ kapsamında Toplam Destek Ölçütü‘nden muaf olup (AMS - exempt direct payments) indirgenmeye konu olmazlar.

Doğrudan gelir ödemelerinin "üretimden bağımsız" olmasının anlamı, devlet tarafından üreticilere yapılan ödemelerin üreticinin ürettiği ürün çeşidi ya da miktarı ile bağlantısı olmaması demektir. DTÖ‘nün özel olarak aradığı DGD çeşidi budur. Halen Avrupa Birliği‘nin uyguladığı ve üretimle belli bir derecede bağımlı doğrudan gelir ödemeleri ise, hedeflenen gruplara bazı koşullara bağlı olarak yapılan telafi edici ödemeler (compensatory payments) ile piyasa fiyatı ile üreticinin eline geçmesi arzulanan fiyat arasındaki farkın "fark ödemeleri" (defıciency payments) adı altında yapılmaktadır.

DGD sistemi gelişmiş ülkeler için ticarette rekabet üstünlüğü sağlayıcı bir siyasa aracı iken; yapısal sorunları bulunan az gelişmiş / gelişmekte olan ülke gruplarında, uygulanan DGD sistemi, tarımsal üretim yapılarında önemli yıkımlar yaratabilmektedir.

Bunlara ana başlıkları ile bakmakta yarar vardır: (i) DGD köylüyü üretime yabancılaştırmaktadır. Çıktı fiyatlarını baskılamak, köylünün ürettiği ürüne maliyet bedelleri altında fiyat vermek, hükümetlere siyaseten fatura edilir. Oysa ürettiği ile ilgilenmeyip cebe konulan bir para (harçlık) niteliğine dönüşen yardım, azaltıldığında ya da tümüyle kaldırıldığında önemli bir karşı çıkışa konu olmamaktadır. Bunun nedeni, köylünün üretime yabancılaştırılmasıdır. (ii) Tarımsal üretimin en önemli gereklerinden olan finans, DGD sistemi ile tarımdan daha da uzaklaşmaktadır. Özellikle girdi desteği, kaynağın tarımda kalmasını sağlar. Oysa DGD ödemelerinin tarıma geri dönüş oranı, yoksulluk içinde temel giderlerini karşılayamayan köylü yapısı veri iken, her geçen gün biraz daha düşmektedir. (iii) Üretimden bağımsız DGD sistemi ile Türkiye‘nin çok gereksinim duyduğu üretim planlamasını gerçekleştirmek olanaksızdır. Tüm bu etkiler, tarımsal üretim yapısını kırmaktadır. (iv) Mevcut DGD sistemi, işleyiş itibariyle, toprağı işleyeni değil mülk sahibini desteklemektedir. Anadolu‘da kira ilişkilerinde mülk sahipleri, DGD ödemelerini kendilerinin almalarını koşul olarak dayatmaktadırlar. Bu bağlamda kentlerde yaşayan ve toprakla hiç ilgileri olmayan mülk sahiplerinin tarımsal desteklerden yararlandırılmaları söz konusu olmaktadır. (v) Mevcut sistem varsıl köylüyü desteklemektedir. Halen 500 dekara kadar toprağı olanlara dekar başına 13.5 milyon TL ödeme yapılmaktadır. Bu çerçevede çok daha geniş toprağa sahip olanlar arazilerini noter sözleşmeleri ile 500‘er dekarlık bölümlere ayırıp akrabaları üzerine göstererek ödemelerden geniş oranda yararlanmaktadırlar. Buna karşılık küçük toprak sahipleri, ödemeleri almak için yerine getirmek zorunda oldukları çeşitli işlemler (TZOB‘a belge ücreti, Tarım İl - İlçe Müdürlüklerine başvuru masrafları - yol giderleri vb..) karşılığında yapacakları masrafların alacakları ödemeleri geçmesi nedeniyle, başvuru dahi yapmamaktadırlar. (vi) Tüm girdilerin hızla pahalılaştığı bir ortamda, DGD ödemeleri neredeyse sabit tutulmakta, (vii) Başvuru sayısında ve ödeme miktarındaki göreli artışlara karşın, bütçeden DGD için ayrılan kaynaklar her yıl biraz daha kısılmaktadır. (viii) Nihayet DGD sistemi, DB Anlaşması gereğince 5 yıllık bir süre için uygulanmaktadır, bu nedenle de geçici bir yardımdır. Süre sonunda DGD ödemeleri de kaldırılacak, tarlasını ekemez - hayvanını besleyemez konuma sürüklenmiş olan köylü bir kez daha "kaderi" ile başbaşa kalacaktır.

***

Yukarıda başat çizgileriyle verilen 1980 sonrası sürecin tarım sektörü üzerine etkilerinin, üç ana başlık altında toplanabileceğini düşünüyorum; (i) Üretim ve dış ticaret yapısına etkileri, (ii) Mülkiyet ilişkilerine etkileri, (iii) Emek piyasaları üzerine etkileri.

(i) Üretim ve dış ticaret yapısına etkileri; 1980 sonrası yaklaşık çeyrek yüzyıllık dönemde tarım sektörünün büyüme hızının düşük veya negatif olması, başta hayvancılık olmak üzere tüm üretim yapılarında çöküş, birçok alanda kendine yeterliliği kaybetme ve 1996 yılından itibaren tarımda dışalımcı ülke konumuna giriş olarak özetlenebilir (14).

(ii) Mülkiyet ilişkileri üzerine olan etkiler ise kendisini başat olarak yerel sermaye yapısının ÇUŞ‘lere dönüşümü, köylü mülkiyetinde değişim ile göstermektedir.

Tarımsal KİT‘lerin özelleştirilmesi sürecinde önce, kamusal mallar özelleştirme ihalelerindeki binbir oyunlarla iktidar yanlısı sermayeye peşkeş çekilerek kamunun alandan çıkışı tamamlanmakta, boşluk kısa sürede çokuluslu şirketler ve onlara taşeronluk yapan yerli sermayenin oluşturduğu "yeni tekeller" ile doldurulmaktadır. Bu bağlamda Süt sektöründe DANONE - Sabancı, NESTLE; Gübre Sektöründe TEKFEN; Traktör üretiminde KOÇ ve UZEL; Şeker sektöründe CARGILL; Tütün sektöründe PHILLSA - SABANCI, R.J. RAYNOLDS, BAT -KOÇ; çay sektöründe UNILEVER ve TEEKANE, hububat sektöründe CARGILL, GLENCORE, LUI DREYFUS gibi şirketler hızla pazar paylarını artırmışlar ve faaliyet gösterdikleri piyasada tekel ve / veya baskın potansiyel konumuna gelmişlerdir.

Bu güçlerin kurguladığı yeni üretim yapısında köylüye, sözleşmeli üreticilik ilişkileri çerçevesinde kendi toprağında "bağımlı - işçi" rolü biçilmektedir. Tüketici ise, bu sektörlerde, çok ta ileri teknoloji gerektirmeden işlenen tarım ürünlerine, her geçen gün daha yüksek bedeller ödeyerek, kent yoksulu konumuna sürüklenmektedir.

Yukarıda kısaca ana çizgileri belirtilen sürecin, kısa sürede küçük köylülüğü tasfiye ederek toprak temerküzünü ortaya çıkarması beklenir. Ancak alanda yapılan gözlemler, artık ürünü çoklaştırabilen ve kapitalizm ile doğrudan bağlantılı bazı yöreler hariç olmak üzere, ülkenin genelinde bu eğilimin başat bir çizgide seyretmediğini ortaya koymaktadır.

Aslında, ilk bakışta temel bir çelişki gibi görünen bu durum, Türkiye‘ye hakim çarpık kapitalizminin doğurduğu süreçlerle açıklanabilir durumdadır. Toprak temerküzüne yol açan bir sürecin ön koşulu, toprak rantının, kendisinden yararlanana, diğer rant alanlarından daha elverişli bir konum yaratmasıdır. Ancak şu bilinmektedir ki, iç ticaret hadlerinin tarım aleyhine geliştiği Türkiye‘de, üretim ilişkilerinde sömürüyü temsil eden sınıflara dahil kişi ve kuruluşlar için bile tarım ürünlerinin getirisi, finans kapitalin sahip olduğu rant "olanakları" ile karşılaştırıldığında, oldukça çelimsiz kalabilmektedir. Bu durum, toprak sahipliğini "en çekici rant alanı" konumundan uzaklaştırmaktadır. Bununla birlikte, bu savın, Türkiye‘nin GAP ve Ege bölgelerinde, yukarıda belirtilen özellikleri karşılayan üretim alanları için geçerli olmadığını söylemek gerekiyor. Başka bir deyişle, sözü edilen yörelerde toprak temerküzü vardır ve bu durum, o yörelerin, Türkiye‘nin genelinden farklı eklemlenmelerine işaret etmektedir.

(iii) Emek piyasaları üzerine etkiler ise, yoksullaşma ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu / Köylere Hizmet Götürme Birlikleri aracılığıyla Dünya Bankası yoksulluk yönetimine geçiş (15), "piyasaya" sunulan ucuz emek, kendini sömüren emek yapısı ve köylünün geliştirdiği "beka stratejileri" ile kendini yeniden üretim olanaklarını araması biçiminde şekillenmektedir. Uluslararası düzlemde süreç etkisini, köylü sınıfı yapısının "ortak tavır" refleksinden giderek uzaklaşması ile göstermektedir.

Küçük köylülüğün tasfiyesi konusuna ilişkin olarak, yukarıdaki genel değerlendirme bağlamında şunlar söylenebilir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Türkiye kır nüfusu 1950 yılından itibaren oransal, 1980 yılından itibaren ise mutlak olarak azalmaktadır. Bununla birlikte, bazı yörelerdeki kapitalist çiftlikler ve süregiden toprak ağalığı sistemi dışında, Türkiye‘de küçük köylülük yapısının hala baskın olduğu görülmektedir. Bu yapının, kapitalizmin gereksinimleri ile örtüştüğü ve bunun için sürdüğü ya da kapitalizmin genel eğilimine "çarpık etkenler" dolayısıyla direndiği şeklinde, birbirine ters argümanlar bulunmaktadır. Bu tartışmaya girmeden, veri durum için şu belirlemeler yapılabilir: Türkiye kırsalındaki nüfus artış hızı, kentlerde ve diğer sektörlerde özellikle krizler sonrası istihdam olanaklarının sınırlılığı ve bunların yanında köylülüğün geliştirdiği "beka stratejileri", Türkiye‘de küçük köylü yapısının sürmesine elverişli bir zemin oluşturmaktadır.

"Beka stratejisi" (16) olarak tanımlanan, Türkiye köylüsünün giderek artan zorluklara karşın kendini yeniden üretme koşullarına yönelik değişimi, başka bir deyişle yaşamını sürdürebilmek için aradığı ve bulduğu yollardır. Bunları (i) Yeni gelir olanakları yaratmaya yönelik, (ii) Birikeni tüketme ve borçlanmaya yönelik ve (iii) Tüketimi sınırlama ve kadın emeği sömürüsünü derinleştirmeye yönelik olmak üzere gruplandırabiliriz.

Bunlardan birincisi, köylüde çok yaygın olan "emeğine acımama" davranışından temel almaktadır. İktisadi anlamda, "emek süresi bir üretim maliyeti oluşturmaz" düşüncesiyle, köylü yoksullaştıkça daha çok emek sarfiyatına yönelmekte, böylece üretim miktarını artırmak - ortalama maliyetleri indirgemek ve hane gelirini olabildiğince sabit tutmak amacına odaklanmaktadır. Bu, diğer sömürü ilişkilerinin yanında, Chayanov‘cu anlamda köylünün kendi kendini sömürmesidir (17). Bu bağlamda marjinal verimlilikteki alanları ekmeye başlamakta, yeni kiralama - ortakçılık ilişkilerine girmektedir. Diğer taraftan, hane üyelerinden bazıları tarım dışı faaliyetlere yönelmekte, günlük - mevsimlik - sürekli göç süreçlerinde iş aramaktadır. Tüm bu süreç, bir anlamda Türkiye köylüsünün kendini sömürmesidir.

İkinci yol, birikeni tüketme ve borçlanmaya dayanmaktadır. TCZB-TSKB-TKKB‘nin tasfiye edildiği ortamda, köylü kasaba eşrafına borçlanarak, ürününü hasattan önce yitirmektedir. Ancak bu "geleneksel" yöntem, bazı yörelerde "tefecilere borçlanma" biçimine dönüşmektedir. Bu yolun sonu, köylünün tarım aletlerinden başlayarak hayvan ve sonunda toprağını, yani üretim araçlarını satmasına kadar dayanmaktadır.

Türkiye köylüsünün üçüncü grup beka stratejisi, tüketimi sınırlama ve kadın emeği sömürüsünün derinleşmesi süreçlerini kapsamaktadır. Bu kapsamda olabildiğince hane gereksinimleri hane içinde üretilmeye çalışılmakta, bunun olanaklı olmaması durumunda ise daha ucuz ve kalitesiz mallar satın alınmaktadır. Ayrıca, eğitim ve sağlık başta olmak üzere tüm giderler kısılmakta, gıda tüketim alışkanlıkları değiştirilmektedir. Örneğin, kaliteli bal üreten köylü eskiden bunun bir kısmını hane içinde tüketirken, şimdi tümünü pazara çıkarmaktadır. Daha yoksul haneler, öğün sayılarını azaltmaktadırlar. Bunun yanında, sosyal alışkanlıklarda da değişim söz konusudur. Cömert köy düğünleri tarihe karışmıştır, hediye alış verişi ve yemekli komşu ziyaretlerinde belirgin bir düşüş söz konusudur. Tüm bunlarla birlikte, hem hane içinde hem de hane dışında kadın daha çok çalışmaktadır. İstatistikler, tüm sektörlerde istihdamın daraldığı ortamda, tarımdaki kadın istihdamının arttığını göstermektedir. Bu, "tarımın feminizasyonu" olarak ta tanımlanabilir ve tarımsal emek piyasasında kadın emeğinin, eskisinden çok daha fazla sömürüye açık bir şekilde konumlanışına işaret eder.

Tüm bu süreç, ulusal ve uluslararası düzlemde, hem sınıf içi hem de sınıflararası ilişkileri etkilemektedir. Ülke içinde kapitalist çiftliklerde merkez yapılara bağımlı taşeron üretim biçimlerini yürütenler ile geleneksel üretim yapılarında, hane içi bölüşüm ilişkileri sarmalında kendini giderek daha çok sömüren köylü yapısı, giderek farklılaşmaktadır.

Diğer bir farklılaşma, uluslararası eksende "köylü" olarak tanımlanan yapı içinde ortaya çıkmaktadır. Bu yapının çıkarları, eskisinden daha çok, merkeze olan uzaklıkları ile tanımlanır olmuştur. Yeni Dünya Düzeni‘nin kurguladığı emperyalist düzlemde, ABD - AB - Latin Amerika - Uzak Asya - Orta Doğu .. köylülerinin çıkarları artık tümüyle birbiriyle çelişir pozisyondadır. Buna en iyi örneği, Avrupa Birliği tarım siyasalarının Avrupa köylüleri arasında yarattığı çatlak ortaya koymaktadır.

AB, aday ülkelerin uyum koşullarına ilişkin yayımladığı Katılım Ortaklığı Belgesi‘nde, Türkiye‘nin IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla sürdürülen Program‘a devamını koşul olarak koymaktadır. Türkiye tarımı için IMF - Dünya Bankası‘nca biçimlendirilen "tarım reformunun" liberal yapısı yanında, oldukça karışmacı bir tarım siyasası izleyen AB‘nin bu tutumu, başlangıçta şaşırtıcı gelebilir. Zira "AB müktesebatına uyum", siyasaların ve kurumsal yapıların da uyumlaştırılmasıyla olgunlaşmaktadır. Oysa AB, Türkiye‘ye başka bir hedef göstermekte, bu bağlamda izlenen teslimiyetçi siyasalarla Türkiye tarımı her geçen gün biraz daha AB ile ABD arasında sıkışmaktadır.

Ancak yukarıda da söylendiği gibi, daha derin bir analizde, AB‘nin bu tutumunun hiç te şaşırtıcı olmadığı ortaya çıkmaktadır. AB, kendi köylüsü - tarım üreticisi için ödediği ürün fiyat - DGD toplamını, 2004 sonunda Birliğe aday olacak ülkeler için bile uygulamaya yanaşmamaktadır. Bu toplamın çok daha küçük bir yüzdesi, Macar - Çek - Polonya‘lı - Slovakya‘lı köylüler için önerilmektedir. Bu tutuma karşı çıkmak için Prag‘da 4 Aralık 2002 günü büyük bir miting düzenleyen ve AB köylü örgütlerinin desteğini arayan "Visegrad dörtlüsü" hareketine, Avrupa tarım - köylü örgütlerinden oldukça açık bir yanıt gelmiştir: Bu oran, sizin için oldukça adil bir gelir düzeyini yansıtmaktadır, bir an evvel kabul etmeniz yararınıza olacaktır !" . Gelişmeler, emperyalizmin yarattığı derin ayrışmaları "ihmal edip" "emeğin Avrupa‘sını" düşleyenleri hayal kırıklığına uğratacak niteliktedir..

***

Bitirirken, klasik bir "sonuç - öneriler" bölümü yazılır.

Türkiye‘nin izlemekte olduğu "makro iktisat siyasaları" içerisinde, böylesine bir yazıma girişmenin beyhude olduğunu düşünüyorum. Tüm dikkatini iç ve dış borç faizini yeni borçlanmalarla ödemeye çalışan bir yönetim anlayışının, üretim yapılarına ve özellikle de tarıma olan yıkıcı etkileri veri iken, böyle bir gerçeklik yokmuş gibi öneriler geliştirmek sektörel körleşme ile malüldür.

2002 yılı bütçesinden, tarımsal desteklemelere ayrılan pay yalnızca % 1.6‘dır. 2003 yılının ilk çeyreğini bitirmekte olduğumuz bugünlerde, 2002 yılı DGD ödemeleri tamamlanmadı, 951 trilyon TL‘ye daha gereksinim var.

Henüz kesinleşmemiş olmakla birlikte, 2003 yılı bütçesinde DGD ödemeleri için 1.5 katrilyon TL kaynak ayrılmıştır. Oysa 2002 yılından bakiye 951 trilyona ilaveten, 2003 yılı DGD ödemeleri için 2.9 katrilyon TL kaynağa gereksinim bulunmaktadır. 2003 yılı bütçe ödeneğinden, 2002 yılı DGD ödemeleri tamamlandığında yalnızca 550 trilyon TL ödenek kalmakta, böylece 2003 yılı için 2.4 katrilyon TL açık bulunmaktadır. Bu durumda, 2003 yılı ödemelerinin büyük bir bölümünün 2004 yılına sarkması söz konusu olmaktadır. İşin garibi, bu yapıyı planlayan bütçeyi eleştirmek Dünya Bankası‘na kalıyor..

Başta mazot - gübre - tohum ve kimyasal ilaç olmak üzere tüm tarımsal girdilerin fiyatlarının sürekli arttığı bir ortamda, zaten üretim maliyetlerini karşılayacak düzeyde olmayan DGD ödemelerinin zamanında yapılmaması, tarımsal üretim yapıları üzerinde yıkıcı etki yapmaktadır. Tüm yatırım ödeneklerini kısıp üretim yapılarını kırma pahasına yönelinilen tek hedef ise, iç ve dış borç faizlerini aksatmadan - zamanında ödemektir!..

Konsolide bütçe gerçekleşmelerine göre, 2002 yılında devlet gelirleri 76.4 katrilyon, giderleri ise 115.4 katrilyon olup, bütçe 39 katrilyondan fazla açık vermiş, devlet harcamaların yaklaşık % 45‘ini faiz ödemeleri oluşturmuştur.

Türkiye‘nin 2002 yılı Eylül ayı itibariyle 127.5 milyar $ dış borç, 2003 Ocak Ayı itibariyle 155.4 katrilyon iç borcu bulunmaktadır. 2003 yılında bu borçlar nedeniyle 40 milyar $ faiz ödenecek.

Bu yapı içinde tarım sektörüne yönelik ciddi "sonuç - öneriler" bölümü yazmak, sözcüğün en hafif anlamıyla komik kaçacaktır. Burada belki PONZI‘den söz etmek daha anlamlı olabilir:

PONZI, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ABD‘de oldukça "iyi iş" yapmış bir İtalyan arsa spekülatörüdür. ABD ekonomisinin oldukça sıcak, üretim ve gelirin yüksek olduğu 1920‘lerde, ABD‘de bir inşaat salgını vardır. Yollar, binalar yapılmaktadır. Gayrimenkul spekülasyonu da had safhadadır, Miami bu dönemde yapılaşmaya açılmıştır. PONZI, Miami‘de göreli ucuz taksitlerle arsa satmakta, taksit gelirleri ile de yeni arsalar almaktadır. Ancak gelir - gider dengesine bakılmaksızın yürütülen PONZI usulü finans, doğal olarak tıkanmış, PONZI iflas etmiş, birçok insan taksitlerini ödedikleri arsalarına kavuşamamıştır.

İçlerinde Türkiye‘ninde bulunduğu birçok azgelişmiş / gelişmekte olan ülke, PONZI finansmanı uygulamaktadır. Bu hüsranla sonlanması kesin "saadet zincirleri" nin herkesin gözü önünde ve uluslar üzerinden oynanıyor olması ve yaratılan zihin bulanıklığının, gerçeği bilince çıkarmak konusundaki en yalın insan eylemini tasfiye etmesi, günümüzün en ciddi konusudur.


 

(1) TMMOB Ziraat Mühendisleri ODASI Genel Başkanı

(2) Prabhat Patnaik, Revue Tiers Monde dergisinin Nisan-Mayıs 1997 tarihli 150.sayısında, sol aydınların söyleminde emperyalizmin neden artık yer almadığını sorgulamaktadır. Bu makaleden hareket eden BORATAV, emperyalizm olgusunun olduğu gibi süregeldiğini, ancak bir çözümleme aracı olarak emperyalizm kavramının ortadan kalkmakta ve yerini küreselleşme kavramına bırakmakta olduğunu belirtiyor. Savın analitik kurgulaması için Bkz: BORATAV, Korkut, "Emperyalizm mi ? Küreselleşme mi ?" , Küreselleşme, İmge Kitabevi, Ankara, 2000, s. 15

(3) Bu yaklaşım, Türkiye‘de son derecede önemli bir ekonomi - politik sorunu olan kırdan kente göç olgusunu, "kırın itmesi - kentin çekmesi" ile açıklamaya girişen "main stream anlayışı" reddeder.

(4) http://%20www.die.gov.tr/%20TURKISH/SONIST/ISGUCU/250203%20ie.htm

(5) Türkiye tarım sektöründe kadın emeğinin konumlanışına ilişkin daha geniş bilgi için bkz: GÜNAYDIN, Gökhan, "Türkiye Tarımının Kadınsallaşması", Tarım ve Yaşam, Sayı :17, Ankara, 2001, s.23-28

(6) Arjantin‘li bir iktisatçı olan Raul PREBISCH, ticaretin çevre ülkelerinin ekonomik gelişmişliğine etkisi üzerinde geliştirdiği hipotezinde, dışalım talebi ve dışsatım arzının, kuralsız uluslararası pazar koşullarında çevrenin ticareti aleyhine gelişeceğini savlar. Buna göre; tüketim açısından bakıldığında, çevre dışalımının gelir esnekliği merkezden çok daha fazladır. Bu nedenle çevre tüketimi, ticarete -merkezden yapılacak dışalıma - yönelir. Üretimde aynı şekilde, arz ve talep bağlamında ticarete yönelir. Sonuç olarak; aynı gelişme oranlarında, çevrenin daha çok üretime ve ticarete yönelmesi, merkez ülkelerden yaptıkları sanayi ürünleri dışalım taleplerini ve merkeze yaptıkları hammadde dışsatımlarını giderek artırmakta, bu durum da çevrenin ticaretinin bozulmasına neden olmaktadır. Bu teori, yalnız Ricardo‘nun "karşılaştırmalı üstünlükler teorisi"nin değil, uzun dönemde ticaretin hammaddenin lehine gelişeceğini söyleyen klasik yaklaşımın (J.S.Mill 1848 ve Keynes 1920) da karşısındadır... Daha ayrıntılı bilgi için Bkz: PALMA, J.G., "Prebisch", Economic Development, The New Palgrave, 1989, s.291 - 295

(7) Bu alanda yapılmış oldukça önemli bir çalışma için bkz : EMMANUEL, A., Unequal Exchange: A Study of the Imperialism of Trade, Monthly Review Press, New York, 1972

(8) GÜNAYDIN, Gökhan, "Ulusal Ekonomik Program", Kamu Yönetimi Dünyası, Sayı : 6, Ankara, 2001, s. 6

(9) Dünya Ticaret Örgütü, 1986 - 1993 yılları arasında gerçekleştirilen Uruguay Turu sonrasında imzalanan Sonuç Anlaşması (Final Act) ile, dünya tarım ticaretinin liberalize edilmesi yönündeki en önemli belirleyici konumuna gelmiştir. Ancak çalışmanın kapsamı, DTÖ Uruguay Turu sonuçlarının ayrıntılı olarak ve doğrudan incelenmesine elverişli değildir. Bu konuda daha geniş değerlendirmeler için Bkz: GÜNAYDIN, Gökhan, "Küreselleşme ve Tarım Politikaları", Oknos, Sayı: 3, Ankara, 2000, s.57- 68.

(10) De minimis: İç destek harcamalarının toplam üretim değeri içindeki payı % 5‘in altında olan gelişmiş ülkeler ve % 10‘un altındaki gelişmekte olan ülkeler için geçerli olan bir sınır olup; böyle ülkelerin iç desteklerinde indirim yapma yükümlülüğünü ortadan kaldırmaktadır.

(11) GÜNAYDIN, Gökhan, "Tarımda Kamu Yönetiminden Yönetişime", Tarım ve Yaşam, Sayı :14, Ankara, 2000, s.16-19

(12) GÜNAYDIN, Gökhan, "Türkiye‘de Bağımsız İdari Otoriteler", Kamu Yönetimi Dünyası, Sayı :10, Ankara, 2002, s.4-21

(13) OYAN, Oğuz - ÖZKAYA, Tayfun ve ark., Türkiye‘de Tarımsal Destekleme Politikaları Dünü - Bugünü - Geleceği, Türkiye Ziraat Odaları Birliği, Ankara, 2001

(14) Daha geniş bilgi için : GÜNAYDIN, Gökhan, Küreselleşme ve Türkiye Tarımı, TMMOB Ziraat Mühendisleri ODASI Tarım Politikaları Yayın Dizisi No:3, Ankara, 2002

(15) Banka‘nın "yoksul grupları hedefleyen" programlarındaki temel kaygının yoksulları meta ekonomisine eklemleme oluşuna ilişkin açık bir örnek, bayındırlık işlerinde ortaya çıkmaktadır. Banka‘ya göre, yoksullar bayındırlık işlerinde, piyasada belirlenen asgari ücretin altında çalıştırılmalıdır. Başka bir deyişle, "en yoksul"u hedeflemenin en iyi yolu, "daha düşük ücret önermektir". Ancak böylelikle bu işleri ele geçirebilecek daha iyi gelir düzeyine sahip kimseler dışlanabilir!..

(16) AYDIN, Zülküf, "Yapısal Uyum Politikaları ve Kırsal Alanda Beka Stratejilerinin Özelleştirilmesi : Söke‘nin Tuzburgazı ve Sivrihisar‘ın Kınık Köyleri Örneği", Toplum ve Bilim, Bahar ‘88, Ankara, 2001, s. 11 - 31

(17) Chayanov, A.V. The Theory of Peasant Ekonomy, 1925 (İngilizce baskısı Illıonis Irwın tarafından 1966 yılında gerçekleştirilmiştir).


 

KAYNAKÇA

  • AKYÜZ, Yılmaz, The Debate on the Intarnational Financial Architecture: Reforming the Reformers, UNCTAD Discussıon Papers No: 148, Geneva, 2000
  • Anonim, Küreselleşme, İmge Kitabevi, Ankara, 2000
  • AYDIN, Zülküf, "Yapısal Uyum Politikaları ve Kırsal Alanda Beka Stratejilerinin Özelleştirilmesi : Söke‘nin Tuzburgazı ve Sivrihisar‘ın Kınık Köyleri Örneği", Toplum ve Bilim, Bahar ‘88, Ankara, 2001, s. 11 - 31
  • BORATAV, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi 1908 - 1985, Gerçek Yayınevi, Yeni Dizi:1, Ankara, 1998 (Altıncı Baskı)
  • BORATAV, Korkut, "Serbest Piyasa ve Tarım", Yeni Dünya Düzeni Nereye, İmge Kitabevi, Ankara, 2000, s.207 - 210
  • BORATAV, Korkut, "Piyasa Köylüye Karşı", Yeni Dünya Düzeni Nereye, İmge Kitabevi, Ankara, 2000, s.211 - 214
  • GÜNAYDIN, Gökhan, DİSK Tarım Raporu, DİSK Araştırma Dairesi, Ankara, 2000
  • GÜNAYDIN, Gökhan, "Küreselleşme ve Tarım Politikaları", Oknos, Sayı: 3, Ankara, 2000, s.57 - 68
  • GÜNAYDIN, Gökhan, "Tarımda Kamu Yönetiminden Yönetişime", Tarım ve Yaşam, Sayı :14, Ankara, 2000, s.16-19
  • GÜNAYDIN, Gökhan, "Türkiye‘de Bağımsız İdari Otoriteler", Kamu Yönetimi Dünyası, Sayı :10, Ankara, 2002, s.4-21
  • GÜNAYDIN, Gökhan, "Türkiye Tarımının Kadınsallaşması", Tarım ve Yaşam, Sayı :17, Ankara, 2001, s.23-28
  • GÜNAYDIN, Gökhan, Küreselleşme ve Türkiye Tarımı, TMMOB Ziraat Mühendisleri ODASI Tarım Politikaları Yayın Dizisi No:3, Ankara, 2002
  • GÜNAYDIN, Gökhan, "Küreselleşme Sürecinin Kamu Yönetimi Üzerine Etkileri ve ZMO‘nun Duruşu", Küreselleşme ve Türkiye Tarımı, TMMOB Ziraat Mühendisleri ODASI Tarım Haftası 2002 Sempozyumu, Ankara, 2002, s.244-298
  • OYAN, Oğuz - ÖZKAYA, Tayfun ve ark., Türkiye‘de Tarımsal Destekleme Politikaları Dünü - Bugünü - Geleceği, Türkiye Ziraat Odaları Birliği, Ankara, 2001
  • SUİÇMEZ, Baki, "Tarım Sektöründe Özelleştirme Dönemi, Kamu Yönetimi Dünyası, Sayı : 3-4, Ankara, 2000, s. 33-35
  • SUİÇMEZ, Baki, "Tarım Alanındaki Özelleştirmeler", Küreselleşme ve Türkiye Tarımı, TMMOB Ziraat Mühendisleri ODASI Tarım Haftası 2002 Sempozyumu, Ankara, 2002, s.74-121
  • TMMOB Ziraat Mühendisleri ODASI, 1980 Sonrası Türk Tarımı Yapısal Gelişmeler ve Sorunlar Sempozyumu, Ankara, 1987
  • TMMOB Ziraat Mühendisleri ODASI, Türkiye Ziraat Mühendisliği V.Teknik Kongresi, Ankara, 2000
  • TMMOB Ziraat Mühendisleri ODASI, Küreselleşme ve Türkiye Tarımı Sempozyumu, Ankara, 2002
  • http://www.zmo.org.tr/odamiz/www.zmo.org.tr
  • http://www.zmo.org.tr/odamiz/www.die.gov.tr
  • YENAL, N.Zafer, "Türkiye‘de Tarım ve Gıda Üretiminin Yeniden Yapılanması ve Uluslararasılaşması", Toplum ve Bilim, Bahar ‘88, Ankara, 2001, s. 32 - 54

Okunma Sayısı: 3309