Etkinlikler

(Yayına Giriş: 02.01.2000) (Son Güncelleme: 30.06.2008 20:16:51)
Etkinlik Tarihi
07.01.2000 - 08.01.2000

Sunuş Konuşması

...

Küreselleşme olarak adlandırılan süreç, çoğu zaman sanılanın aksine, tarihi oldukça gerilere giden bir süreçtir. Ve en özet deyimiyle, dünyayı yönetmeyi amaçlayan yeni sağ felsefenin adıdır. Küresel düzen, uluslararası sermayenin, dünyayı küçülterek pençesi altına almasının şık, kulağa hoş gelen bir adlandırma biçimidir. İletişim ve kültür baskılaması yönü çok ağır basan bu yeni düzenin ekonomik oluşumu 1929‘larda başlayan dünya ekonomik buhranına kadar gitmektedir. 1929 Ekonomik Buhranı ve onu izleyen savaş yıllarında uygulanan korumacı ve devletçi politikalar, dünya ticaretinin daralmasına yol açmış ve hemen tüm ülke ekonomilerine zarar vermiştir. ABD, 1930 yılında yürürlüğe koyduğu bir yasayla dış ticarette koruma oranlarını yükseltmiş, diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde korumacılığı geliştirme politikalarını uygulamaya koymuşlardır. Türkiye ve çeşitli Latin Amerika ülkeleri, krizi izleyen yıllarda ithal ikameci ve devletçi politikalar izleyerek sanayileşmeye çalışmışlardır. Buhran yıllarında her ülkenin dış alımı kısmayı amaçlayan ve "Komşuyu Fakirleştirme Politikası" adı verilen politikaları benimsemesi, dünya ticareti üzerinde daraltıcı rol oynamıştır. Öyle ki; 29-32 yılları arasında ABD‘nin tarım ürünleri dış satımı, yüzde 66 oranında gerilemiştir. Ticareti büyük darboğaza giren ve ekonomisi büyük bir buhran yaşayan ABD, daha İkinci Dünya Savaşı sona ermeden kurulacak olan yeni dünya düzeninin temel taşlarını oluşturma çabasına girişmiştir. Bu çabanın ilk örnekleri, 1944 yılında toplanan Bretton Woods Konferansında Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası‘nın yaratılması kararının alınmasıdır. Uluslararası Para Fonu‘nun işlevi, uluslararası para sisteminin düzenlenmesi ve yönetimi. Dünya Bankası‘nın işlevi ise savaşın yol açtığı tahribatın giderilmesi ve orta ve uzun vadeli yatırımların istenen alanlara yönlendirilmesidir. Yeni dünya düzeninin üçüncü temel taşı olarak ise Dünya Ticaret Örgütü‘nün oluşturulması öngörülmüştür. Bu kuruluş, uluslararası ticarete ilişkin kuralların uygulanması ve dünya ticaretinin serbestleştirilmesi görevini üstlenecekti. Ancak, savaştan egemen, ekonomik, askeri ve siyasal açıdan çok güçlü olarak çıkan ABD‘nin Dünya Ticaret Örgütü Projesi, diğer gelişmiş ülkelerin tepkisini çekmiş, bu nedenle Dünya Ticaret Örgütü o tarihlerde kurulamamıştır. Fakat ABD, bu konuda çok kararlı olduğu için Dünya Ticaret Örgütü konusunda uluslararası bir komite kurmuş ve bu komiteye üye olan ülkelerle ikili Tarife İndirimi Görüşmelerini başlatıp, bu görüşmeler sonunda kısaca GATT denen ve 1948 yılında, 56 ülkenin imzaladığı Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması yürürlüğe girmiştir. Türkiye, GATT Anlaşmasını 1951 yılında imzalamıştır. 1 Ocak 1995‘te ise GATT, yerini kurumsal bir yapı olan Dünya Ticaret Örgütüne bırakmıştır.

Demek ki, yeni dünya düzeninin kurumsal saç ayağı IMF ve Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü‘dür. Her üç kuruluşta da egemen olan, ABD, dolayısıyla Amerikan ekonomisinin güçlü sermaye kuruluşlarıdır. ABD karşısında diğer gelişmiş ülkeler, özellikle de Avrupa ülkeleri, uzun yıllardan bu yana ikinci bir kutup oluşturma çabası içine girmişlerdir. Bu kutup ise Avrupa Ekonomik Topluluğu adıyla başlayıp, Avrupa Birliği olarak sonlanan Avrupa Birleşik Devletleri oluşumudur. Özellikle Sovyet sisteminin çökmesinden sonra Avrupa kutbunun oluşturulması ve güçlü kılınması, özel bir önem kazanmıştır.

Ülkemizde yaklaşık son 20 yıl IMF, Dünya Bankası ve DTÖ‘nün istemlerine uygun politikalar üretilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Ama sonuçta ne olmuştur? Enflasyon süreğenleşmiştir, işsizlik yüzde 15‘lere çıkmıştır, iç ve dış borç stoku çığ gibi büyümüştür. Gelir dağılımı, hem bölgesel ve hem de kişisel olarak bozulmuştur. Türk parası sürekli değer yitirmiştir. Kamu kesimi finansman açığı sürekli büyümüştür.

Kısacası bir ülke ekonomisi için olumsuzluk olarak adlandırılabilecek tüm gelişmeler ülkemizde yaşanmıştır. Ülkemizde mutlak yoksulluk oranı, yani açlık oranı yüzde 8‘leri aşmıştır. Yoksulluk riski altında yaşayanların oranı, nüfusun dörtte birine ulaşmıştır. Tarımda üretim artış hızı, nüfus artış hızının yaklaşık yarısı kadardır. Yani bundan sonra Türkiye‘de doğacak her iki bebekten birinin yeterli besin alma şansı kalmamıştır. Çiftçi perişan olmuştur. 2001 yılında çiftçinin eline geçen fiyatlar, 2001 enflasyonunun yüzde 25 gerisinde kalmıştır. Çiftçi yüzde 25 daha fakirleşmiştir. Tüm bu göstergeler, uygulanan dış baskılı politikaların ülke yararına sonuç vermediğini ortaya koymaktadır. Tüm bu durumlar yaşanırken, Ziraat Bankası‘nın özelleştirilmesi, şeker ve tütün yasaları gibi Türk tarımına balyoz darbeleri gibi inen yasaların çıkarılması, tarım satış kooperatif birliklerinden devletin tüm desteğinin çekilmesi, her türlü girdi desteğinin; gübre, tohum, tarımsal mücadele ilacı desteğinin kaldırılmasının gündeme getirilmesi, ne oluyoruz, bu ülkede neler oluyor sorularını zorunlu olarak gündemimize taşımıştır

 

Ekler