BAŞBAKANIN MAYINLARA NİÇİN TAHAMMÜLÜ YOK?-BAĞIMSIZ DERGİSİ, HAZİRAN 2009

İSTANBUL ŞUBE ( )
17.06.2009 (Son Güncelleme: 22.06.2009 13:54:36)

Ülkede yabancının arazi ve emlak edinmesi salt bir mülkiyet sorunu gibi değerlendirilemez. Toprak, devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenlik ve bağımsızlık simgesidir. Anayasa Mahkemesi kararı-1985

Ahmet ATALIK - TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı

Giriş

Kısaca Suriye sınırı boyundaki mayınların temizlenmesi gibi güzel bir amacı olan bir kanun tasarısı Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemini neden böylesine meşgul etti ve yoğun tartışmalara neden oldu? Aslında on binlerce yurttaşımızın ölmesine ya da sakat kalmasına neden olan mayınların Suriye sınırı boyundan ve diğer sınır boylarımızdan sökülüp temizlenmesine kimsenin bir itirazı yoktu. Bu konuda herkes hemfikirdi. Asıl sorun, tartışmaların odağını oluşturan konu bu işin nasıl yapılacağının yöntemiydi.

Muhalefet mayın temizliğini Genel Kurmay Başkanlığı‘nın yapmasını, temizlenen arazilerin de tarım yapılmak üzere yöredeki mayın mağduru, işsiz ve toprağı bulunmayan köylülere dağıtılmasını istiyordu. AKP Hükümeti ise mayınlı arazilerin şirket tarafından temizlenmesini istiyordu. Mayınlar 5 yıl içinde temizlenecek ve bu topraklar 44 yıllığına tarımsal amaçlı kullanılmak üzere bu şirkete verilecekti. Böylelikle de Hazine‘den para çıkmayarak Türkiye bu işi bedava halletmiş olacaktı.

Hükümetin böylesine iyi gibi gözüken teklifine muhalefet neden şiddetle itiraz etti, önce Osmanlıya doğru gidip biraz tarihte gezinelim, sonra Cumhuriyetin mücadelesine gelelim, peşinden de kendini ülkesini pazarlamakla mükellef sananlarla babalar gibi kendine ait olmayıp ulusumuzun mallarını satanların zihniyetlerini icraatları ile ortaya koyalım. Madem mayınlar tarımsal amaçlı kullanılacak, yörenin tarımsal potansiyelini, ekonomiye ve istihdama katkısını da ortaya koyup yazımızı bitirelim.

Tabi iş bu noktada bitmiyor. Siz değerli okuyucularımızın, burada verilen bilgilerin detayını araştırarak mantık süzgecinizden geçirmeniz, en doğru kararınızı oluşturmanız, sonraki günlerde yurttaşlık görevlerinizi yerine getirirken bilinçli bir yurttaş olarak davranmanız gerekiyor. Hepinize şimdiden kolay gelsin.

Osmanlı‘nın iyi niyeti

"Cehenneme giden tüm yollar iyi niyetle döşenmiş kaldırım taşlarından oluşmuştur" diye güzel bir söz var. Onun için bir konuyu çok iyi tartıp gerektiği şekilde davranmak gerekiyor. Osmanlı‘nın buna benzer bir iyi niyetine bakalım.

Fransa Kralı I. Fransuva‘nın Almanya (Kutsal Germen) İmparatoru Şarlken ile yaptığı savaşta esir düşmesi üzerine Fransuva‘nın annesi dönemin en güçlü Devleti Osmanlı İmparatorluğu‘ndan yardım ister. Kanuni Sultan Sileyman bu talep üzerine harekete geçer ve 1526‘da Mohaç Meydan Muhaberesi‘ni kazanarak Macaristan‘a girer. Bunun üzerine Şarlken Fransızlarla anlaşma yapar, dayattığı önceki ağır koşulları kaldırır, Fransuva‘yı serbest bırakır. Ama bir şartla, iki hükümdar Türklere ve Protestanlara karşı bir Haçlı Seferi düzenleme konusunda anlaşmışlardır. Osmanlı‘nın bunlardan hiçbir zaman haberi olmamıştır.

Fransuva ülkesine dönünce Kanuni Sultan Süleyman ile gizli bir anlaşma yaparak Osmanlı İmparatorluğu‘nu, Almanya‘dan başka aynı zamanda İspanya ve İtalya‘nın bir kısmının, Fransa‘nın kuzey ve doğusundaki toprakların ve Avusturya‘nın da hükümdarı olan Şarlken‘in üzerine saldırtacak politikalar izledi. Bu süreçte iki devlet birbirine yakınlaştı. Kanuni‘nin amacı Şarlken‘e karşı Fransa‘yı güçlü kılarak Avrupa Hristiyan Birliği‘nin oluşmasını önlemekti. Bu amaçla Osmanlı, Fransızlara 1535‘te karşılıksız olarak tanıdığı kapitülasyon ile Fransız mallarından alınan gümrük vergisini düşürdü, Osmanlı topraklarında ticaretle uğraşan Fransız tacirlerini vergiden muaf tuttu. Bu tavizler süresiz değildi, iki hükümdarın yaşadığı süreyle sınırlıydı. Ancak, Kanuni‘nin ölümünden sonra Fransızların isteğiyle 5 kez yenilendi, 1740 yılında ise süresiz hale geldi.

Osmanlı‘nın güçlü olduğu dönemde herhangi bir sorun yaratmayan kapitülasyonlar, devletin gücünün azalmasına ve Avrupa‘da sanayinin gelişmesine paralel olarak büyük bir sorun yaratmaya başladı. Fransızlara tanınan aynı ayrıcalıklar 1582‘de İngiltere‘ye, daha sonraları da Hollanda, Polonya ve diğer Avrupa ülkelerine de tanındı.

Kimsenin kimseye hayrına yardım etmediği yukarıdaki örneğin her satırından anlaşılıyor.

1838 Ticaret Anlaşması (Baltalimanı Anlaşması)

Sultan II. Mahmut‘un sürekli başına bela olan Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘nın isyanını bastırabilmek için İngilizlerden yardım istemesini fırsat bilen İngiltere 1838‘de Baltalimanı Anlaşmasını dayattı. Anlaşmaya göre ham maddelerin yurt dışına çıkmasını önleyen ve 1826‘dan itibaren uygulamaya konmuş olan tekel sistemi kaldırıldı. İngiliz tüccarlar Osmanlı ürünlerini ihraç etme imtiyazı aldılar ve Osmanlı sınırları içinde Türklerden bile daha az vergi ödemeye başladılar.

Benzer anlaşmalar 1838-1841 yılları arasında Fransa, İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Belçika, Danimarka ve Portekiz‘le de yapıldı. Bu anlaşmalar kapitülasyon sistemini pekiştirdi, Osmanlı‘nın sanayini zayıflattı, dış borçlanmayı arttırdı ve mali çöküntüyü hızlandırdı.

Verilen tavizler, savaşlar ve fırsatçılar Osmanlıyı bitiriyor

Osmanlı bir yandan kapitülasyonlar ve aleyhte ticaret anlaşmaları ile mali sıkıntıya sürüklenirken, diğer yandan da toprak bütünlüğünü koruyabilmek amacıyla çeşitli savaşları sürdürmek zorunda kalıyordu. Bu savaşlar da hazine üzerindeki yükü iyice arttırıyordu.

Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması ile Kırım bağımsızlığına kavuştu. Ancak Rusya‘nın Kırım‘ı 1783 yılında işgal etmesi üzerine Osmanlı Devleti ile Rusya arasında (1853-1856) Kırım savaşı yaşandı. Rusya‘yı Avrupa ve Akdeniz‘den uzak tutmak isteyen İngiltere ve Fransa bu savaşta Osmanlı tarafında yer aldı. Sonuçta, kağıt üzerinde bu savaştan galip çıkan Osmanlı Devleti, aslında bu savaştan büyük bir zararla çıktı.

Zayıflayan ekonomisi nedeniyle, çok pahalı olan bu savaşı yürütebilmek için Osmanlı 1854 yılında ilk dış borcunu aldı. Kötüye giden mali konuları düzeltmek amacıyla 1859 yılında İngiltere ve Fransa‘dan bürokratlar getirtildi. Tüm çabalara karşın mali durum bir türlü düzeltilemeyince savaş sonrasında da borçlanma sürdürüldü. 1874 yılına kadar 15 ayrı dış borçlanma yapıldı. Osmanlı Devleti, yaşanan her ekonomik sıkıntıda dış borç almayı alışkanlık haline getirdi.

Osmanlı Devleti aldığı borçları verimli kullanamadı. Zamanla borçlarının anaparasını ödeyemediği gibi faizlerini de ödeyemez duruma geldi. 1874 yılında devlet iflasın eşiğine geldi. Çıkarılan bir kararname ile Osmanlı Devleti vadesi gelen borç taksitlerinin ancak yarısını ödeyeceğini açıkladı. Ancak, bu sözünü de yerine getiremedi.

Düyunu Umumiye İdaresi kuruluyor

Osmanlı Devleti, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında yeni bir mali krize sürüklendi. Yenilgi sonrasında, savaş tazminatı olarak 35 milyon Osmanlı lirası ödemesi kabul edildi. Bu gelişmeler neticesinde Osmanlı Devleti, İngiliz ve Fransızların 1863 yılında kurdukları Osmanlı Bankası (2001 yılında Garanti Bankası‘na katıldı) ile Galata Bankerleri‘nden aldığı iç borçları da ödeyemeyeceğini açıkladı. Sonuçta alacaklılarla masaya oturan Osmanlı Devleti, 1879 yılında çıkarılan Rüsumu Sitte kararnamesiyle damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlarının karşılığı olarak alacaklılara bıraktı.

Osmanlı‘dan alacaklı olan Avrupa devletleri bu uzlaşıya karşı çıktılar ve sonuç olarak damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergileri toplama ve alacaklılara ödeme yapma görevi 1881 yılında Muharrem Kararnamesi ile kurulan Düyunu Umumiye (= Genel Borçlar) İdaresi‘ne verildi.

Reji İdaresi kuruluyor

Osmanlı tütünlerinin ve gelirlerinin idaresi Avusturya, Almanya, İngiltere ve Fransa kökenli yabancı sermaye ile 1883 yılında kurulan ve Nisan 1884‘te faaliyete geçen Reji Şirketi‘ne 30 yıl süreyle devredildi.

Kuruluşundan itibaren ilk üç yıl zarar eden Reji Şirketi, kaçakçılığını öne sürerek silahlı kolluk güçleri oluşturdu. Kolcular, tütün kaçakçılığını önlemek bahanesiyle halka türlü işkenceler yaptı ve sonu ölümle biten pek çok silahlı çatışmada yer aldı. Kolcular köylerde, Reji patronları ise sigara imalathanelerinde çalışanlar üzerinde tam bir sömürü düzeni kurdular. Reji Şirketi‘nin topraklarımızda görev yaptığı 42 yıl boyunca 60 bin insanımız yaşamını yitirdi.

1911 yılında Reji Şirketi‘nin kaldırılması ve 7 yıl süre ile bir "Devlet İnhisarı"nın kurulması kararlaştırıldı. Bunun üzerine 1912 yılında bir "Tütün Tekeli" kanun tasarısı hazırlandı. Ancak Trablusgarp ve Balkan Savaşlarının başlaması ile yeni mali zorlukların ortaya çıkması sonucu, Reji Şirketi‘nin Osmanlı Devleti‘ne 1,5 milyon Osmanlı lirası borç vermesi koşuluyla şirket ayrıcalıkları 1914 yılından itibaren 15 yıl süreyle yine uzatıldı.

Borçlar toprak satışını getiriyor

Borç sarmalına dolanan ve durumunu bir türlü düzeltemeyen Osmanlı Devleti çareyi toprak satışında arıyor. 1860 yılı bütçe açığını İngilizlerden alacağı borçla kapatmayı planlayan Osmanlı‘ya İngilizler, Osmanlı Devletine ait taşınmazı satın alma ve kiralama hakkının yabancı uyruklulara da tanınmasını dayattılar. Bununla da kalmadılar, taşınmazın alınan borca karşılık gösterilmesini ve Osmanlı maliyesinin uluslar arası bir komisyon tarafından denetlenmesini şart koştular.

Osmanlı 1868‘de çıkardığı İstimlak Nizamnamesi (Sefer Yasası) ile yabancılara taşınmaz edinme hakkını herhangi bir karşılıklılık olmaksızın verdi. Bu dönemde İngilizlerin Batı Anadolu‘da satın aldığı topraklar 3 milyon dönüme, Ermeni, Rum ve Yahudilerin eline geçen topraklar da 5-6 milyon dönüme ulaştı. 1878 yılında ise İzmir civarındaki tarıma elverişli arazilerin tümü 41 İngiliz tüccarın eline geçmişti.

Sefer Yasası ile taşınmaz edinme olanağı yalnızca yabancı gerçek kişilere tanınmıştı. Bu hak 1911‘de çıkarılan Cemiyetler Yasası ve ardından 1913‘te çıkarılan Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair Yasayla yabancı tüzel kişilere de tanındı.

Kıbrıs İngilizlere kiralanıyor

1878 Osmanlı-Rus Savaşını fırsat bilen İngiltere, Ruslara karşı Osmanlı‘ya yardım vaadiyle Kıbrıs‘ı yılda 92 bin altına kiraladı. Bu kiralama geçici bir süre için olup, tehlike geçtikten sonra Osmanlıya yeniden geri verilecekti.

Kiralama işi bu yönüyle iyi gibi gözüküyordu. Ancak, İngiltere böyle düşünmüyordu. Adaya yerleştiği ilk günden itibaren adaya nasıl tek taraflı el koyacağının hesaplarını yapmaya başlamıştı. Osmanlı Devleti Almanya‘nın yanında I. Dünya Savaşı‘na katıldığını açıklayınca, bunu fırsat bilen İngiltere yayımladığı bir emirname ile Kıbrıs‘a el koyduğunu açıkladı, 92 bin altın ödemesini de durdurdu.

Ada, 1923‘te imzalanan Lozan Alaşması ile de hukuken İngilizlere bırakıldı.

Osmanlı‘nın son çırpınışları

Osmanlı Devleti, sonunu getirecek I. Dünya Savaşı‘na girmeden hemen önce, Avrupa devletler hukukuna aykırı olarak yabancılara verilmiş olan ayrıcalıkların, dolayısıyla kapitülasyonların kaldırılmasına karar verdi. Kavanin-i Mevcudede Uhudu Atikaya Müstenit Atikanın Lağvı Hakkında Yasayla yabancılara tanınan akçalı, yönetsel ve yargısal nitelikteki tüm ayrıcalıklara son verildi. Ancak, ittifak devletleri yanında savaşa katılan ve yenilerek Mondoros Mütarekesi‘ni ve ardından Sevr Anlaşması‘nı imzalamak zorunda kalan Osmanlı Devleti‘nin kapitilasyonlar konusunda sağladığı ilerlemelerin hiçbir anlamı kalmadı.

1923‘te imzalanan (Cumhuriyetin ilanından önce TBMM Hükümeti imzaladı) Lozan Anlaşması‘nın eki sözleşmeyle, Türkiye‘de öteki müttefik devletler (İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Sırplar, Hırvatlar, Slovenler) uyrukluların, ulusal yasalar ve yönetmeliklere uyarak, her çeşit taşınmaz mal edinme, bunları mülkiyetinde tutma ya da başkalarına geçirme hakkı tanındı. Bu hak, yabancı devletlerin kendi ülkelerinde Türk uyruklulara ve şirketlerine taşınmaz mal edinme hakkının tanınması koşuluna, yani karşılıklılık ilkesine bağlandı.

Sözleşme 7 yıllık bir süre için yapıldı, 1930 yılında kendiliğinden sona erecekti.

Genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin imtiyazları sonlandırma çabaları

Cumhuriyetin ilanının hemen sonrasında 1924 yılında çıkarılan Köy Yasası‘nın 87. Maddesi ile yabancı gerçek ya da tüzel kişilerin köylerde arazi ve emlak edinmesi yasaklandı. Böylelikle, yabancılara Lozan Barış Anlaşmasıyla verilmiş haklara oldukça önemli bir kısıtlama getirilmiş oldu. Köy Yasasıyla, yabancıların 1868 Ticaret Anlaşması‘ndan yararlanarak taşınmaz satın almaları, başka bir anlatımla vatan topraklarının para ile satın alınmak suretiyle yeniden işgal edilmesi önlenmiş oldu.

Ülke toprağını korumaya yönelik olarak 1927 yılında çıkarılan Mukabeli_i Bismil Yasasıyla da Türkiye vatandaşlarının hukuki mülkiyetini kısmen ya da tamamen tahdit eden devletlerin ülkemizdeki vatandaşlarının hukuki mülkiyeti (...) mukabele bilmisli olmak üzere kısmen veya tamamen tahdit edildi.

1934 yılında çıkarılan Tapu Yasası‘nın 35. maddesiyle belirlenmiş kısıtlayıcı hükümlere uymak ve karşılıklılık olmak koşuluyla yabancı gerçek kişilere ülkemizde taşınmaz mal edinme olanağı sağlandı. Aynı yasanın 36. maddesiyle de yabancı gerçek kişilere bir köye bağlı olmayan müstakil çiftlikleri ve köy dışında kalan araziyi edinme olanağı sağlandı. Bu arazilerin 30 hektarın üzerinde olması durumunda Bakanlar Kurulu Kararı gerekiyordu. Her iki maddenin uygulanmasında karşılıklılık ilkesi vardı.

Turgut Özal‘lı yıllar

Turgut Özal hükümet olduktan kısa süre sonra Tapu ve Köy Yasaları üzerinde çalışma başlattı. 1984 yılında çıkarılan bir yasayla Tapu Yasası‘nın 35. maddesine "ancak hangi hallerde yukarıdaki fıkradaki karşılıklılık koşulunun aranmayacağını (...) tespite Bakanlar Kurulu yetkilidir." ve Köy Yasası‘nın da 87. maddesine "Hangi bölge ve illerde bu maddedeki kısıtlamalardan hangi ülkelere istisna tanınacağının (...) tespitine Bakanlar Kurulu‘nun yetkili olacağı" fıkraları eklendi. Ancak Anayasa Mahkemesi, eklenen fıkraları Anayasa‘ya aykırılığı nedeniyle iptal etti.

Bu yasalara aynı fıkralar 1986 yılında tekrar eklendi. Anayasa Mahkemesi kararında;

•Yabancı kamu hukuku tüzel kişilerin, özellikle devletlerin bir başka devlet ülkesinde taşınmaz mal edinmelerine, karşılıklılık ilkesine uyulması durumunda bile olanak bulunmadığı,

•Bir devletin bir başka devlet ülkesinde taşınmaz mal edinmesinin, devletin siyasi bütünlüğü ilkesine aykırı olduğu,

•Anayasa‘nın "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür." kuralı kapsamında, hiçbir organın, yabancı ülkelere TC Devleti sınırları içinde taşınmaz mal edinmesi için izin vermeye ya da bu yolla Bakanlar Kurulu‘na takdir hakkı tanımaya yetkisi bulunmadığı gerekçeleriyle,

•Karşılıklılık koşulu nedeniyle,

•Türkiye‘de taşınmaz edinecek ya da köylerde arazi ve emlak alacak ülke vatandaşlarını belirleme yetkisinin Bakanlar Kurulu‘na verilmesini, açık bir yetki devri olduğu sonucuna vararak,

her iki yasaya eklenen fıkraları yeniden iptal etti.

Recep Tayyip Erdoğan dönemi

Tıpkı Turgut Özal gibi Recep Tayyip Erdoğan da iktidar oluşundan kısa bir süre sonra 2003 yılında çıkardığı bir yasayla Tapu Yasası‘nın 35. maddesinde değişiklik yapıp, aynı yasanın 36. maddesiyle Köy Yasası‘nın 87. maddesini yürürlükten kaldırdı. Bunun üzerine yabancılar ülkemizde taşınmaz mal alma yarışına girdi.

Dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan 7 Aralık 2004 tarihinde CNN Türk televizyonunda katıldığı bir programda "Yasa geldikten sonra güneydeki (Akdeniz ve Ege kıyıları) gayrimenkuller kapış kapış gidiyor. 1,3 milyar dolarlık gelir elde edildi. Bu tren inşallah daha hızlı gidecek." diyordu.

Yapılan bu yasal değişikliği Anayasa Mahkemesi 2005 yılında iptal edene kadar 59 ülkeden 15 binin üzerinde yabancı köy arazilerinden yaklaşık 8 milyon metrekare arazi satın aldı.

Bu hızlı gidiş karşısında aşka gelen başbakan "Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim." diyordu. 29 Aralık 2005 günü Mecliste yine Tapu Yasası‘nın 35. maddesi görüşülüyordu. Bu kez 35. maddeye yabancı gerçek kişilerin "Türkiye‘de işyeri veya mesken olarak kullanılmak üzere taşınmaz edinebilecekleri" ibaresi eklendi. Yabancıların Türkiye genelinde konut veya işyeri için edinebileceği alanın üst sınırı 25 bin metrekare ve Bakanlar Kurulu kararıyla 300 bin metrekare olarak belirlendi.

Anayasa Mahkemesi daha önceki kararlarına aykırı olarak maddeyi değil sadece 300 bin metrekare büyüklüğü ve Bakanlar Kurulu kararı yetkisini kaldırdı. Mahkeme, yine bu madde içindeki "Yabancı uyruklu kişilerin il bazında edinebilecekleri taşınmazların, illere ve yüzölçümlerine göre binde 5‘i geçmemek üzere oranını tespite Bakanlar Kurulu yetkilidir." fıkrasını iptal etti.

Bu kez 2008 yılında yapılan bir değişiklikle "Yabancı uyruklu gerçek kişilerin merkez ilçe ve ilçeler bazında, uygulama imar planı ve mevzi imar plan sınırları içerisinde kalan toplam alanların yüzölçümünün yüzde 10‘u kadar kısmında taşınmaz ile bağımsız ve sürekli nitelikte sınırlı ayni hak edinebilirler." hükmü 35. madde içine kondu. Bu hüküm, imar planı yapılan sahalar genişledikçe yabancıların taşınmaz edinebilme hakkının da daha çoğalması anlamına geliyordu.

Püf noktası

Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti yabancıların taşınmaz mal edinimleri ile ilgili çıkardığı yasaların anlam ve içeriği Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan döneminde çıkarılan yasalardan çok farklıdır. Önceki yasalar yabancılardan ülkemiz topraklarını korumayı, diğerleri ise yabancılara ülkemizi pazarlamayı amaçlamaktadır.

Zaten günümüzde ülkemiz, ülkesini pazarlamakla kendini mükellef gören bir başbakan, kapış kapış topraklarımızın yabancılara satılmasıyla övünen bakanlar tarafından yönetiliyor. Hatta onların deyimiyle de "Babalar gibi satıyorlar!" Bu anlayış toprağı vatan olarak değil, satılıp para kazanılabilecek meta olarak görmektedir.

Şu da net bir benzerliktir ki, TC Devleti Osmanlı Devleti‘nin çöküş döneminde yaşadıklarıyla çok benzer uygulamalar yaşamaktadır.

Satışların ne durumda olduğu söylemleri

Sermayesi yabancı olan, ama Türkiye‘de kurulmuş bulunan şirketler, Türk şirketi sayılmakta ve tüzel kişilik olarak TC yurttaşlarının taşınmaz edinme haklarından aynen yararlanmaktadırlar. Bu nedenle de yabancı sermayeli şirketlerin edindikleri taşınmazlar istatistiklerde yer almamaktadır.

Fırat ve Dicle havzalarında -vaat edilmiş topraklarda- İsraillilerin satın aldıkları toprakların 413 kilometrekareye ulaştığı söylemleri dolaşmaktadır. Bu durum henüz tapu kayıtlarına geçmemiştir ve satışın yarısından fazlasının Türk vatandaşı Yahudi kökenli kişiler üzerinden sağlandığı söylemleri yoğundur. İsraillilerin hedefi özellikle Suriye sınırındaki illerimizin topraklarıdır.

Topraklarımızın ne kadarının, özellikle de GAP kapsamındaki topraklarımızın başta İsrailliler olmak üzere Amerikalılara ve Almanlara 49 ya da 99 yıllığına kiraya verildiği bilinmemektedir.

Buraya kadar verilen bilgiler mayın temizleme tartışmalarındaki ana konuyu anlayabilmek açısından bir ön bilgi niteliğindeydi. Şimdi gelelim mayın meselesine.

Gelelim mayın meselesine

Bir avuç demokratik kitle örgütü, mayınların savaş sonrası dahi büyük tahribatına dünyanın dikkatini çekmeyi başarınca, ülkeler Kanada‘nın Ottawa kentinde konuyu görüşmek üzere bir araya geldiler. Sonuçta, anti-personel mayınların kullanımını, depolanmasını, üretimini ve devredilmesini yasaklayan ve bunların imhasını hedef alan Ottawa Sözleşmesi imzalanarak 1 Mart 1999 günü yürürlüğe girdi.

Ottawa Sözleşmesi‘ni günümüzde 146 ülke imzaladı, 131 ülke gerekli yasal düzenlemesini yaparak onayladı. Türkiye de imzalayarak taraf olduğu bu sözleşmeyi 12 Mart 2003 günü kabul ettiği bir yasayla onayladı.

Ottawa Sözleşmesi‘nin getirdiği mükellefiyetler;

•Anti-personel kara mayınlarının kullanılmasını, stoklanmasını, üretimini ve transferini yasaklamaktadır.

•Sadece mayın tespit, temizleme ve imha tekniklerinin geliştirilmesi ve eğitim maksatlı belirli miktarda mayın bulundurulmasına ve transferine izin verilmektedir.

•Depolardaki mayınların temizlenmesi konusunda taraf olan ülkelere 4 yıl süre verilmektedir. Çeşitli yerlere döşenmiş anti-personel mayınların da imhası konusunda 10 yıllık bir süre verilmiştir.

•Taraf ülkelere, mayın döşeli ya da döşeli olmasından tereddüt edilen bölgelerin işaretlenmesi, gözetlenmesi ve bu bölgelerin tel örgüyle veya diğer yöntemlerle tecrit edilmesi öngörülmüştür.

•Taraf ülkeler arasında mali yardım ve teknolojik işbirliği düzenlenmesine imkan sağlanmasını düzenlemiştir.

Türkiye, Ottawa Sözleşmesi‘nin kendisine yüklediği sorumluluklar çerçevesinde;

•En geç 1 Mart 2008‘den itibaren depolarında bulunan mayınları imha etmiş olması gerekmektedir.

•En geç 1 Mart 2014‘e kadar toprağa gömülü tüm mayınları temizlemiş olmalıdır.

•En geç Eylül 2004‘ten itibaren mayın bulunduğu bilinen ya da döşenmiş bulunduğundan kuşkulanılan tüm alanlar belirlenmiş olmalıdır.

•En geç Eylül 2004‘ten itibaren bu alanlar işaretlenmeli, gözetim altında bulundurulmalı, çitler ya da başka yöntemlerle korunuyor olmalıdır.

Mayıs ayında Meclis gündemine gelen yasa taslağına göre ilk etapta Suriye sınırımızda bulunan Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak illerimizin sınırları içinde bulunan 510 kilometrelik uzunluktaki bir alanda mayınlar temizlenecek. Sınırlarımızda gömülü 900 binin üzerinde mayın bulunmakta olup Suriye sınırımızda 600 binin üzerinde mayın bulunmaktadır.

Türkiye bu mayınları Amerika‘ya yakınlaşıp stratejik ortak muhabbetleri başladığı dönemlerde döşemeye başladı. 1954 yılında bu sahaları istimlak etmeye başladı ve 1959 yılına kadar da mayınları döşeme işini bitirdi. Suriyeliler kendi sınırlarında tarım yaparken, bizim taraf yarım yüzyıldır boş durmaktadır.

Yasa neler söylüyor?

Yasa özetle Suriye sınırındaki mayınların sökülmesi ve bu alanların tarımsal amaçla kullanılmasını düzenliyor.

Mayın temizleme işinin ilk alternatif olarak Kamu İhale Kanunu‘na göre Milli Savunma Bakanlığı‘nca yaptırılacağı belirtilmektedir. Temizleme işinin bu şekilde yapılamaması halinde yine Kamu İhale Kanununa göre Maliye Bakanlığınca hizmet satın alınmak suretiyle yapılabileceği belirtilmektedir.

Şimdi tartışmanın odak noktasına geliyoruz. Yukarıdaki iki şekilde de temizleme işinin yapılamaması durumunda üçüncü yöntem olarak Devlet İhale Kanunu ile Kamu İhale Kanunu‘na tabi olmaksızın bu arazilerin tarımsal faaliyetlerde kullandırılması karşılığında temizleme işinin yaptırılabileceği belirtilmektedir.

Tartışma neden çıkıyor?

Peki tartışmalarda neden sadece bu son alternatif üzerine odaklanılmaktadır? Yasanın madde gerekçesine baktığımızda şu yazmaktadır; "Mayın temizleme işinin ihalesinin ve bu ihaleye ilişkin olarak alınacak danışmanlık hizmetine ilişkin ihalenin, Devlet İhale Kanunu ile Kamu İhale Kanunu‘na tabi olmaksızın Maliye Bakanlığınca yürütülmesi, mayın temizlemesine ilişkin ihalenin (...) taşınmazların tarımsal faaliyetlerde kullandırılmak üzere yükleniciye bırakılması karşılığı yapılması öngörülmüştür." Madde gerekçesi yasa maddesinin açıklamasıdır. Gerekçe niyeti ortaya koyar. Buradaki niyet de ihale kanunlarına tabi olmaksızın temizleyen şirkete muhtemelen 44 yıl (5 yılı da temizlik toplam 49 yıl) bu arazilerin tarımsal amaçlı kullandırılması karşılığında hediye edilmesi olacaktır.

İlk iki yöntemin uygulanacağına niçin inanılmamaktadır? Bu noktada madde gerekçesi ilk iki yöntemin uygulanmayacağını zaten açıkça söylüyor. İlk iki yöntem muhalefeti yumuşatma önerileri. Ayrıca, genç TC Devletinin çıkardığı yasalarla Recep Tayyip Erdoğan dönemi yasalarının tekrar gözden geçirilmesi, konunun ona göre değerlendirilmesi gerekiyor. Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim diyen bir başbakana güvenmek doğru mudur? Babalar gibi satmakla övünen bakanların olduğu AKP‘ye güvenilebilir mi? Bu soruların yanıtları doğal olarak "hayır" olacağından, madde gerekçesi de sadece üçüncü yöntemi tarif ettiğinden muhalefet haklı olarak sesini yükseltmektedir.

İktidar partisi ise yap-işlet-devret modelini hazineye yük getirmeden bu işin çözüleceğini ifade ederek eleştirileri göğüslemeye çalışıyor. Ancak bu yöndeki bir savunma hiç de inandırıcı değildir. Başbakanın uçak sayısı 60 milyon dolar verilip de bir tane daha arttırılırken, bu alanın tarımsal kullanıma kavuşturulabilmesi için gereken 50 ya da 100 milyon doların bulunamadığını söylemek gülünç bir olaydır. Ayrıca GAP için ayrılmış 12 milyar dolarlık kaynağın, yine o proje içerisinde yer alan kısmına 50 milyon dolarının aktarılamaması da ilginç bir durumdur.

Hizmet alımı şeklinde gerek Milli Savunma Bakanlığı gerekse Maliye Bakanlığı tarafından temizleme işinin yerli ya da yabancı şirketlere ihale edilmesine kimse itiraz etmemektedir. Şirketler temizler, paralarını alır ve çekilirler. Temizleme işine karşılık o toprakların 44 yıllığına bir şirkete verilmesine AKP hariç herkes itiraz ediyor.

Yap-İşlet-Devret uygulanırsa ne olur?

Mayın temizleme işinin yap-işlet-devret modeliyle yapılması halinde, yani tarımsal amaçlı kullanma karşılığında işin yapılması durumunda diğer şiddetli bir tartışma noktası da bu alanın 49 yıllığına bir İsrail şirketinin eline geçeceği tartışmasıdır.

Mayınları temizlenecek bu arazinin tam orta yerinden Fırat Nehri geçmektedir. Doğu sınırından da Dicle Nehri geçiyor. Bu nehirlerin havzalarının vaat edilmiş topraklar olduğunu ve İsraillilerin bu topraklar üzerinde tarihi emelleri olduğunu ve özellikle buradaki illerden toprak edinmeye çalıştıkları bilinmektedir. İşte bu nedenledir ki tartışmalarda bu araziye İsraillilerin yerleşeceği endişesi oluşmaktadır.

Bölgeye özellikle yabancı bir şirketin yerleşmesi bölgenin en zengin su kaynaklarının bu şirketin kontrolüne geçmesi anlamına gelmektedir. Bu yönüyle bölge AB‘nin 2004 yılında yayımladığı ve kamuoyunda "Etki Değerlendirme Raporu" olarak bilinen belgede, Fırat ve Dicle sularının, İsrail‘e atıf yapılarak, uluslar arası bir yönetime devredilmesi gerektiği önerisi burada bir kez daha hatırlanmalıdır.

Yabancı bir şirketin bu araziye tarımsal amaçlı kullanmak karşılığında yerleşmesi durumunda söz konusu arazinin tekrar 49 yıl sonra geri alınıp alınamayacağı da endişe konusudur. Kıbrıs da Osmanlı tarafından İngilizlere geçici bir süre için kiralanmış, ancak sadece 36 yıl sonra adaya İngilizler tarafından tek taraflı olarak el konulmuştur.

Temizlik ve tarımsal amaçlı kullanılmak üzere bu alanın yabancı (ya da yerli) bir şirkete verilmesi durumunda sanırım Türkiye dünyada 510 km boyunca sınırını özelleştiren tek ülke olacaktır.

Mayın temizleme işiyle tarım işi birbirlerinden çok ayrı iki uzmanlık alanıdır. Kendisine tarım yapma şartı koşulan bir şirket, mayın temizleme işine ne kadar sıcak bakacaktır.

Temizliği Türk Silahlı Kuvvetleri yapamaz mı?

Bugüne dek 55 ülke sınırlarındaki mayınları silahlı kuvvetleri vasıtasıyla temizlemiştir. Şirketlere ihale edenler de parasını verip temizletmişlerdir. Bizim yasamızdaki gibi topraklarını tarımda kullandırma karşılığında mayınlarını temizletmeye kalkan tek bir ülke daha yoktur.

Sınırlarımızdaki mayınlarımızı temizleme görevi 2001 yılında Milli Güvenlik Kurulu kararı ve ardından Bakanlar Kurulu kararı ile Genelkurmay Başkanlığı‘na verilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı derhal Kara Kuvvetleri Komutanlığı karargahında bir proje ofisi teşkil edilmiştir. Uzmanlardan oluşan bu proje ofisi gerekli incelemeleri yapıp tam işe başlayacağı dönemde Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı‘na bu iş için yeterli bütçesi bulunmadığını belirterek 44,7 milyon lira bütçe talep edilmiş. Ancak bu finansman sağlanamadığından temizleme işi gerçekleşememiş.

Türk Silahlı Kuvvetleri dünyanın yedinci, NATO‘nun ikinci büyük gücüdür. Çok daha zor görevleri Türk Silahlı Kuvvetleri‘nin mayın temizleme işini yapamayacağı gibi bir durum asla olamaz. Zaten bu görevi PKK terör örgütüne karşı yürüttüğü mücadelenin bir parçası olarak her gün yerine getiriyor.

Şöyle de ilginç bir durum var; Türk polisi Ergenekon davası çerçevesinde elinde hiçbir harita olmaksızın yurdun çeşitli yerlerinde gömülü olan silah ve cephaneleri kazıp bulabilirken, deniz dibindeki silah ve cephaneleri dahi bulup çıkarabilirken, elinde mayınların gömüldüğü yerlerin haritaları bulunan silahlı kuvvetlerin kendi gömdüğü mayınları bulamaması gibi bir durum olamaz herhalde.

Mayınları temizlemenin çok pratik ve ucuz bir yolu daha mevcut. Ergenekon terör örgütü Suriye sınırına 600 bin mayın gömmüş dese biri, polis teşkilatı hemen hepsini çıkarıverir.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin bugün elinde 100 kadar mayın temizleme tankı mevcuttur. Güneydoğu‘da her gün binlerce mayın dedektörü çalıştırılmaktadır. Geliştirilmiş ilave teçhizatları mevcuttur. Çok daha karmaşık patlayıcı düzenekleri için geliştirilmiş EOD timleri vardır. En önemlisi de her gün zaten o işi yaptığından mayın temizleme tecrübesi var.

Kara Kuvvetlerine bağlı İzmir‘deki İstihkam Savaş Okulu, NATO Mayın Kulübü üyesidir. 1999‘dan bu yana NATO ülkeleri arasında teknik danışmanlık veren ve bu konuda bütün NATO ülkelerine öncülük eden, teknik bilgisine sık sık başvurulan bir otoritye, kendi ülkemizdeki mayın temizleme işi söz konusu olunca başvurulmamaktadır.

Milli savunmayı yakından ilgilendiren böylesine önemli bir yasayla ilgili Meclisin Milli Savunma Komisyonu ile Dışişleri Komisyonu rapor vermemiştir.

Muhalefet ne istiyor?

Muhalefet öncelikle mayınların bir an önce temizlenmesini istiyor. Bu temizleme işinin öncelikle Türk Silahlı Kuvvetleri‘ne yaptırılmasını istiyor. Herhangi bir nedenle temizliğin bu şekilde yapılamaması durumunda yerli ya da yabancı fark etmez, hizmet alımı yoluyla mayınlı bölgenin temizletilmesini istiyor, yani parası karşılığı şirket temizliğini yapacak ve çekilecek.

Muhalefet topraklarımızın kullanım hakkının, özellikle de sınır boyunda bir şirkete, özellikle de yabancı bir şirkete, yine özellikle İsrail kökenli bir şirkete onlarca yıl boyunca devredilmesini hiç mi hiç istemiyor.

Muhalefetin temizlik konusunda Meclis görüşmeleri sırasında önemli önermeleri de oldu. Örneğin, şirket tarafından temizlenecek bu arazilerin tarımsal amaçlı kullanılmak üzere 44 yıllığına mayın mağdurlarına ve hiç toprağı olmayan ya da az toprağı olan köylülere verilmesini talep etti. Diğer bir önemli talep de şuydu; bu topraklar şirket elinde kalacaksa ve tarım amaçlı kullanacaksa buralarda o yörenin yoksul ve işsiz insanlarının istihdamına öncelik verilmesi önerildi. Ancak AKP Hükümeti her iki talebi de kabul etmedi.

Oysa bakın TC Devleti‘nin Anayasası ne diyor; madde 44: "Devlet, toprağın verimli olarak işletilmesini korumak, erozyonla kaybedilmesini önlemek ve topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alır." Anayasamız devletimize bu görevi yüklerken, devletin icra organı hükümet üzerine düşen görevi yerine getirmektense, halkından yana politika yapmak yerine, sayın başbakan inat etmiş, muhalefete ve kendi milletvekillerine sesini yükselterek yüklenmiş ve yasanın kimsenin istemediği şekliyle Mecliste kabul edilmesini sağlamıştır. Ancak yapılan oylamaya çok sayıda AKP milletvekilinin de katılmadığını gözden kaçırmamak gerekir.

Sadece temizlenen yerler mi şirkete kullandırılacak?

Hayır. Yasa, mayından temizlenecek alanlar ile müstakil kullanımı mümkün olmayan ve bu taşınmazlarla bütünlük teşkil eden hazineye ait diğer taşınmazların tarımsal faaliyetlerde kullandırılması karşılığında şirkete verileceğini açıkça belirtmektedir. Söz konusu saha içinde Genelkurmay sınır güvenliğini sağlayacak alanlar ayıracaktır. Buna karşılık şirkete de Şanlıurfa‘da bulunan ve bu araziyle komşu durumda bulunan TİGEM Ceylanpınar çiftliğimizi isteme hakkı doğabilecek, şirketin toprakları sadece sınır boyu ile sınırlı kalmayacak, içerilere doğru uzanabilecektir.

Petrol çıkarsa ne olur?

AKP hükümeti yabancı bir şirkete bu arazileri onlarca yıl kullanmak için verdiğinde petrol yada maden çıkarsa ne olacak? Ona da yasa bu alanda petrol ya da maden gibi yer altı zenginlikleri olması konusunda Maden ve Petrol Yasası hükümlerinin saklı olduğunu söylüyor. Peki yarım yüzyıllık süreçte petrol çıkar da AKP Hükümetinden bile daha hızlı bir iktidar ben daha hızlı satarım mantığıyla bu kanunları değiştiremez mi?

Uluslar arası tahkimin olduğu bir dünyada, yabancılarla hukuki ilişkilerde tahkim ülkelerin kendi hukukunun bile üzerindeyken ve bu sistemde ipin ucu Dünya Bankası‘nın elindeyken petrolümüze (tabi varsa) nasıl sahip çıkabileceğiz merak ediyorum. Elimizdeki Kıbrıs‘ı bile kiralamışız, 36 yıl sonra da kaybetmişiz.

Yörenin tarımsal potansiyeli

Mayından temizlenmek suretiyle tarımsal üretime kazandırılacak arazi 216 bin dekar (216 milyon metrekare). Suriye sınırımız boyunca 510 km uzunluğunda, içeri doğru olan genişliği de 300 ila 700 metre arasında değişen Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak illerimiz sınırları içinde bulunan topraklar.

Sayın Tarım Bakanı Mehdi Eker, tarımsal amaçlı kullanılacak bu sahayla ilgili olarak tek bir fikir beyan etmezken TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası yörenin tarım arazileri, üretim deseni, ekonomiye katkısı ve istihdam çalışmalarını detaylı bir şekilde yaparak kamuoyu ile paylaştı.

Toplam 216 bin dekar büyüklüğe sahip bu alanın 170 bin dekarı tarımsal üretim yapmaya uygun (çizelge:1). Bu arazilerin hemen hemen tamamı tarım yapmaya son derece uygun birinci ve ikinci sınıf araziler. Tarım yapmaya uygun araziler içerisinde de yaklaşık 120 bin dekar arazi sulamaya uygun durumda.

Çizelge:1) Tarım alanı, üretim deseni, gelir

 

İLLER

MAYINLI

İŞLENEBİLİR

ÜRETİM DESENİ

YILLIK NET

ALAN (da)

ALAN (da)

ÖNERİSİ

GELİR (TL)

Hatay

36.000

25.000

pamuk, buğday, mısır,

4.500.000

zeytin, sebze-meyve, bağcılık

Kilis

33.000

25.000

antepfıstığı, badem, hayvancılık,

4.500.000

sebze-meyve,bağcılık,zeytin,fiğ

Gaziantep

15.000

15.000

buğday,arpa,mercimek,nohut,zeytin,

2.700.000

antepfıstığı,sebze-meyve,bağcılık

Şanlıurfa

54.000

45.000

pamuk, buğday, arpa,

8.100.000

mısır, mercimek

Mardin

48.000

43.000

pamuk, buğday, arpa, mısır

7.740.000

Şırnak

30.000

17.000

buğday, arpa, mercimek, bostan

3.060.000

TOPLAM

216.000

170.000

 -

30,6 milyon TL

20,1 milyon dolar

Kaynak: TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası

 

Sınırın gerek Türkiye gerekse Suriye tarafında yöreye adapte olmuş yaygın üretim deseni buğday, arpa, mısır, pamuk, zeytin, antepfıstığı, badem, mercimek, nohut, fiğ, meyve-sebze, bağcılık, bostan ve hayvancılıktır.

Ekonomiye katkısı

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası yaptığı hesaplamalarda önerdiği bitki deseni üzerinden yörenin ekonomiye katkısının en az 30 milyon 600 bin lira ya da 20 milyon 100 bin dolar net katkısı olacağını hesaplamıştır.

Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü faaliyet raporlarında sulama hizmetleri götürülen alanlardaki kazancın 5-6 kat arttığını belirtmektedir. Bu saha içerisinde de yaklaşık 120 bin dekar sulamaya elverişli alan bulunması yukarıda belirtilen gelirin de o oranda artması demektir. Ayrıca yörede organik tarım ya da örtü altı tarım-seracılık yapılması da yaratılacak katma değeri daha da arttıracaktır.

İstihdama katkısı

Ülkemizde kırsal kesimde hane başına düşen ortalama tarla büyüklüğü 59 dekardır (59 bin metrekare). Tarım yapmaya müsait 170 bin dekarı ortalama işletme büyüklüklerine ayırdığımızda yaklaşık 2.900 aile toprak sahibi olacak demektir. Her bir ailenin en az 5 çalışabilir nüfustan oluştuğunu düşünürsek, bu da yaklaşık 14.500 kişinin istihdam edilmesi anlamına geliyor.

Olaya bir de şu yönden bakalım. Hazine Müsteşarlığı tarafından yayımlanan 2008 verilerine göre ülkemizde kişi başına istihdam maliyeti ortalaması 287 bin liradır. Tarım sektöründe bir kişinin istihdam maliyeti ise 139 bin liradır. Bu mayınlı arazilerin temizlendikten sonra yöre çiftçisine dağıtılması durumunda ise kişi başına istihdam maliyeti 30,6 milyon lira/14.405 kişi=2 bin 124 liradır.

Tüm bu istihdam ve yaratılan katma değer açısından mayın temizleme maliyeti ve tartışmalarına yeniden dönüp baktığımızda, bu toprakların 50 ya da 100 milyon lira bulunamıyor diye bir şirketin inisiyatifine onlarca yıl bırakılması hiçbir mantığa sığmamaktadır.

Ne yapılmalı

Daha doğrusu ne yapılmalıydı? AKP Hükümeti o toprakları yöredeki mayın mağduru, hiç toprağı olmayan ya da az olan yöre köylüsüne dağıtmalı, onları kooperatif çatısı altında toplamalı, böylelikle daha fazla kazanmalarını sağlamalıydı. Kırsal kesimde yoksulluk oranının %30 olduğu bir dönemde yöre için en hayırlı açılım bu olurdu.

Köylülüğü bir an önce bitirmeyi düşünen AKP‘den de böyle bir talepte de bulunmak doğru değil aslında. Bu kapsamda şunları da bilmekte fayda var. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı‘nın adı Tarım ve Gıda Bakanlığı olarak değiştirilerek "köy" kelimesi artık içinden çıkarılıyor. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı destekleme sistemini tamamen değiştirme yoluna gidiyor, sadece büyük çiftçiler desteklenecek, küçük çiftçiler yok olup gidecek.

Mayınların bir an önce temizlenmesi herkesin ortak dileği, ancak bu şekliyle çıkan yasa ulusal çıkarlarımıza aykırı, bizim çıkarlarımıza aykırı bir yasa da orayı alacak yabancı şirketin ulusal çıkarlarına hizmet eder.

Önümüzdeki günlerde hepimizi çok daha zorlu günler bekliyor. Dünya Su Forumu bildiğiniz üzere Mart ayında ülkemizde yapılmıştı. Sularımızın da yabancı ya da yerli şirketlere kiralanmaya ya da satılmaya başlandığı günler hepimiz için daha zorlu geçecek.

Ama halkımız da sandık başına gittiğinde gösterdiği eğilimle bu şekilde yaşamak istiyor ne yapalım.

Okunma Sayısı: 5822