ŞUBE BAŞKANIMIZIN GAZETE YAZILARI

DENİZLİ ŞUBE ( )
01.02.2007 (Son Güncelleme: 02.02.2007 11:29:00)

Şube Başkanımız İbrahim GÜR‘ün yerel "Yeni Gazete"de yayımlanan haftalık yazılarının bazıları aşağıdadır.

ÖZGÜR VE ONURLU BİR GELECEK İÇİN

Türkiye, 1980‘li yıllardan itibaren uluslararası sermayenin istemlerine uygun olarak enerjiden haberleşmeye, eğitimden sağlığa tarımdan sosyal güvenliğe kadar hemen hemen tüm yaşamsal alanlarımız yapısal bir değişime tabi tutulmaktadır.

Gelinen bugünkü noktada sermaye dolaşımının ve hizmet sektörü ticaretinin serbestleştirilmesini, bunların önündeki engellerin kaldırılmasını, ulusal sınırların yok edilmesini, kamu yönetimi ve denetiminin daraltılmasını, toplumsal refleksinin yok edilmesini, ulusal kaynaklarımızın özelleştirme ve serbest piyasa yöntemleri ile elden çıkarılmasını, devletin planlama, yönlendirme ve denetleme işlevlerinden ve sosyal devletten uzaklaştırılmasını, yine devletin yatırım, üretim ve istihdam süreçlerinden kopartılmasını hedefleyen yasalar (IMF, DB ve sermaye çevrelerinin çıkarları için) bir bir uygulamaya sokulmaktadır.

Sürekli yeni koşulların dayatıldığı, AB‘ye üye olma sürecinde, GB‘ye geçişte olduğu gibi uyum paketleri yürürlüğe konmakta, tarımsal üretim kırılmakta. Sanayimiz Avrupa‘nın taşeronu olarak düşük katma değerli ürünlerle ihracata zorlanmakta. DB, DTÖ ve IMF örgütlerinin direktifi ve denetimi altında uygulanan yapısal uyum politikaları ve ekonomik programlar ile, üretime ve  yatırıma dayalı, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bütçeler yerine ranta, faize ve dış borç ödemeye dayalı bütçeler oluşturulmakta. Ülkemizin kaynakları talan edilmekte ve ülkemiz sömürgeleştirilmekte, KİT‘ler satılarak ya kapatılmakta yada yabancılaştırılmakta, sanayi yatırımları azalmakta, çiftçi tarladan uzaklaşmakta, işsizlik ve gelir adaletsizliği büyümekte, her yönü ile dışa bağımlılık artmaktadır.

Türkiye bütçesi, sosyal devlet ilkelerini yerine getirme anlayışından tümüyle uzaklaştırılarak, tamamıyla iç  ve dış borç faizi ödeme mekanizmasına dönüştürülmüştür. Toplam harcamamız 350 milyar dolara ulaşmış, borcumuz ödedikçe artmakta, borçlar dışarıdan alınan borçlarla ödenmekte, devletin tüm işlevleri buna göre yapılandırılmakta, borçlarımızı ödeme adı altında adeta dışarıya kaynak aktarılmaktadır.

Ülkemize borç verenler ardından emir ve kurallarını dayatmaktadırlar.  Artık ülkemizin yönetimi, ulusal iradenin isteklerinden uzaklaştırılmış, ülkemizin ekonomisinin geleceği de tamamıyla IMF ve DB yönetimine terk edilmiştir.

Sosyal  güvenlik, sağlık, eğitim başta olmak üzere tüm temel haklarımız piyasa koşullarına terk edilerek, paran kadar sağlık, paran kadar hizmet anlayışı egemen kılınmıştır. Ayrıca hukukun üstünlüğü yerine her kademede hukuksuzluğun ve kuralsızlığın sürdüğü bir çürümüşlükle karşı karşıya kalınmıştır.

Öyle ki Cumhuriyetimizin temel ilkelerinin içi boşaltılmakta, çağdışı anlayış ve uygulamalar, kendilerini misyon ve vizyon sahibi olarak tanımlayan siyasi iktidarlarca devreye sokulmakta, mutlaka doğrularmış gibi işlenmektedir.

Bugüne kadar uygulanan politika, anlayış ve uygulamaların ülkemizi getirdiği nokta bellidir. Eğer bu politikalardan vazgeçilmezse ülkemizi götüreceği nokta da bellidir. Bu nokta,  teslim alınmış, diz çökertilmiş, sömürgeleştirilmiş bir Türkiye gerçeği olacaktır.

Her şey, tek yanlı ipoteğe dönüştürülmüş dışa bağımlılığın kırılmasına, üreten, kalkınan, tam bağımsız, çağdaş bir Türkiye kurma savaşının yapılmasına ve bu savaşın kazanılmasına bağlıdır.

Geniş halk kesimlerinin önlemlerini siyasi iradeye yansıtmayan, halkın refah düzeyini yükseltmeyen, gelir dağılımındaki uçurumları, işsizliği, yoksulluğu, yolsuzluğu gidermek için kendi kaynaklarını kalkınma adına harekete geçirmeyen ve rant üretimini arttırmayı amaçlayan hiçbir politika çözüm üretmeyecektir.

Parlemento ve hükümetlerin yapması gereken, başarısızlığı kanıtlanmış ve toplumsal desteği kalmamış, yolsuzluk ve yoksulluk üretmekten başka bir işe yaramayan IMF ve DB politikalarından ve bu politikalara zemin oluşturan siyasal sistemden vazgeçmek ve siyasal sistemi demokratikleştirerek halka açmaktır.

Demokrasiyi halkın kendi siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel istemlerinin belirlenmesinde iradesinin özgürce ifadesine, kendilerini ilgilendiren karar uygulama ve denetleme süreçlerinin her aşamasında örgütlü, bilinçli ve etkin katılımına dayanan, temelinde insana saygı ve hukukun üstünlüğü olarak tanımlayabiliriz.

Demokrasi, öncelikle anayasanın ve tüm yasaların demokratik, yurttaşların yasalar önünde eşit olduğu, herkesin insanca yaşam olanaklarına sahip olunduğu, bütün kararları ve işlemleriyle bağımsız yargı denetimine tabi hukuk devletinde gerçekleştirilebilir.

Ben, dün olduğu gibi bugün de Türk insanının bu olumsuz ve geri dönüşsüz gidişe dur diyecek bilinç ve güce sahip olduğunu biliyorum ve inanıyorum. Ve bununla halkımızın kendi geleceğine sahip çıkma adına bilinçli ve örgütlü mücadelesinden geçeceğine inanmaktayım.

Türkiye, öncelikle ve kararlı bir şekilde ;

Çağdaş, bağımsız onurlu, daha insancıl, daha demokratik, daha kalkınmış bir Türkiye için, ranta ve faize odaklı değil, toplum çıkarına yönelik bütçeler için, üreterek büyüyen ve paylaşarak gelişen bir ülke için, birlikte karar alma, birlikte üretme, birlikte yönetme ilkesini hayata geçirmek için;

Bu ülkeyi yönetenler, artık IMF, DB, DTÖ ve AB ile uluslararası sermayenin istekleri politikalar uygulamaktan vazgeçmeli; yüzünü kendi toplumsal dinamiklerine çevirmelidir. Her biri birer talan ve yıkım yasası olan şeker, tütün, elektrik piyasası, doğalgaz piyasası, Uluslararası tahkim, bankacılık ve merkez bankası, yabancı sermaye, ihale ve benzeri yasalar tüm sonuçları ile birlikte iptal edilmeli, uluslararası sermayenin değil, halkımızın çıkarlarını esas alan yeni düzenlemeler hayata geçirilmelidir.

Sosyal  devletin gelişmesi ve kalkınmanın önünün açılması için devletin küçültülmesi saplantısından vazgeçilmeli; üretimin ve istihdamın önünü açacak, büyümeyi ve kalkınmayı hedefleyen politikalara dönülmelidir.

Devletin ekonomik ve sosyal fonksiyonlarını yeniden kazanması ve geliştirilmesi, Türkiye‘nin geleceğini planlama yetkilerini yeniden kazanmasıyla mümkündür. Ayrıca planlamanın tüm aşamalarında demokratik katılımcılık sağlanmalıdır.

Sosyal devlet anlayışına uygun politikalar tartışmasız bir biçimde hayata geçirilmelidir.

Borçlanmaya dayalı spekülatif ekonomi politikalarından vazgeçilmeli, üretime yönelik ekonomi politikaları benimsenmelidir. Kısa vadeli yabancı sermaye girişleri ve çıkışları denetim altına alınmalıdır.

Kamu hizmetlerinde etkinliği ve saydamlığı artırıcı düzenlemeler içerecek kapsamlı bir bütçe ve harcama reformu gerçekleştirilmelidir. Bütçeden sosyal güvenliğe, eğitime, sağlığa ve yatırıma ayrılan pay sosyal devlet ilkelerine uygun şekilde artırılmalıdır.

Dengeli bir kalkınmayı sağlamak, gelir dağılımını iyileştirmek hedef alınmalıdır.

Anayasa, siyasi partiler ve seçim yasası değiştirilmeli, yasalar çağdaş ve demokratik hale getirilmelidir. Hukuk devleti olmanın temel koşulu olan hukukun üstünlüğü ilkesi yaşama geçirilmeli, siyasilerin kürsü dokunulmazlığı dışında dokunmazlıklar kaldırılmalıdır.

Türkiye‘nin iç ve  dış borçları yeniden takvimlendirilmelidir.

Devletin ekonomiye müdahele amaçları güçlenmeli, ulusal egemenliğin araçları ulus ötesi sermayenin denetimine sokulmamalı, yatırımcı ve üretimci sosyal devlet güçlendirilmelidir.

Eğitim sistemimizde çağdaş ve  donanımlı insan gücünü yaratmayı hedefleyen, yapısal bir reform gerçekleştirilmeli, üniversitelerde bilimsel ve yönetimsel özerklik sağlanmalıdır. Eğitim ve sağlık hizmetleri herkese eşit, etkin ve ücretsiz verilmelidir.

Türkiye her şeyden önce stratejik ulusal politikalarını belirlemeli, insandan ve  emekten ve çevreden yana bir sanayileşmeyi öncelikle ele alınmalıdır.

Dengeli kalkınma politikaları ve bölgesel planlama ile tarımın yeniden canladırılması ve  kaynakların faaliyete geçirilmesi sağlanmalıdır.

Yerel yönetimlerce toplumsal hizmetlere "şirket", kentli yurttaşa "müşteri" gözüyle bakan yaklaşımlara son verilmeli, demokratik katılımın ve kamusal denetim yaşama geçirilmelidir.

Madenlerimiz üretimden pazarlamasına kadar kamu mülkiyetini esas alan bir anlayışla ele alınmalı, yerli ve  yabancı sermayeye teslim  edilmemeli, yeni yatırımlarla çağdaş teknolojiye kavuşturulmalıdır.

Ulusal ulaştırma politikaları belirlenmeli, demiryolu ve denizyolu taşımacılığı özendirilmeli, kaynak israfına yol açan otoyol ve hava alanı projelerinden vazgeçilmelidir.

Kamu çalışanlarının toplu sözleşme ve grev hakları önündeki engeller kaldırılmalı, tüm çalışanların sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev hakları onaylanmış uluslararası sözleşmelere uygun hale getirilmelidir.

Kamuda her iktidar değişikliğinde yaşanan kadrolaşmalara son verilmeli, atama, nakil, terfi, denetim objektif kriterlere dayandırılmalı, çalışanlar ile ilgili bütün kararlarda çalışanların örgütleri de yer almalıdır.

Demokratikleşmenin önündeki en büyük engel olan 1982 anayasası yerine, evrensel hukuk ilkeleri temelinde ulusal bağımsızlığı ve ulusal egemenliği, demokratik hak ve özgürlükleri, insan haklarını koruyan ve güvence altına alan çağdaş, eşitlikçi ve özgürlükçü bir anayasa, özgür bir ortamda tartışılarak ve tüm halk kesimlerinin etkin katılımı ile hazırlanmalıdır.

Özetle Türkiye, olumsuz gidişi durdurmak ve kalkınma hedefleri için öncelikle ulusal politikaları acilen devreye sokmalı ve kararlılıkla uygulamalıdır. Adı sanı ne olursa olsun işbirlikçi anlayış ve uygulamalar terk edilmelidir.

Ülkemizin güzel insanlarına sağlıklı, mutlu gelecekler dilerim.

İbrahim GÜR

 

Türkiye Nereye?

Ülkemiz özellikle son on yıl içersinde, büyük bir hızla uygulamaya sokulan yeni liberal politikalar ile küresel emperyalist sisteminin yeni dünya düzenine maalesef tamamen bağımlı hale getirilmiştir.

Bu durum tıpkı bizde olduğu gibi, söz konusu politikaları uygulayan tüm ülkeler için geçerli.

Artık ülkemizin ekonomisinden idari yapısına, hukukundan siyasetine kadar hemen hemen her şey yeni uluslararası sermaye düzeninin ve onların ülkemizdeki uzantılarının çıkar ve beklentilerine göre yeniden düzenlenmektedir.

Yeni dünya düzenini kısaca bir avuç ulus ötesi sermayenin daha fazla sömürüsü adına dünyanın bütün yapılarını yeniden biçimlendirilmesidir diyebiliriz.

12 Eylülden itibaren bu küresel sisteme bağlanma adına (entegrasyon) yürütülmekte olan bu politikalar ülkemizde, son AKP hükümetince tam bir kararlılıkla yürütülmektedir. AKP‘nin  bu konuda birinciliği kimseye kaptırmaya niyeti olmadığı da zaten belli.

Sonuçta bugün gelinen nokta ne?

Ülkemizin yatırım, üretim ve istihdam süreçlerinden uzaklaştırılması, devletin yönetsel anlamda dahi uluslararası bu sistemin beklentilerine göre biçimlendirilmesi, devletin sosyal devlet uygulamalarından tamamen vazgeçmesi, ödedikçe artan borçlar, Cumhuriyetimizin yoktan var ettiği KİT‘lerin peşkeş çekilircesine yerli ve yabancılara satılması, devletin her yönüyle dışarıya kaynak aktarmaya göre yeniden yapılandırılması, esen rüzgardan nem kapan kırılgan ve plansız bir ekonomi, laiklikten ve sosyal hukuk devletinden uzaklaşma, dinsel, etnik, bölgesel sorunların kaçınılmaz olarak yaşatılacağı, derin bir yoksullaşmanın ve de gelir adaletsizliğinin yaşandığı bir ülke...

Kısaca tam olarak teslim alınmış bir Türkiye gerçeği. Aynı zamanda ABD‘nin BOP‘una uygun ve sıçrama tahtası, işbirlikçisi olan bir Türkiye...

Artık her yönü ile tek yanlı ipoteğe dönüştürülmüş ekonomik bir yapımız var. Bugün için Türkiye‘nin geleceğini Türk insanının özgür iradesinin belirlediğini söylemek mümkün değildir.

Ekonomik açıdan bağımsız olmayan bir ülkede, hiçbir açıdan da bağımsız politikaları uygulaması da söz konusu değildir. İzleyebilir diyenler yalan söyleyenlerdir.

Bana bugün uygulanan bu politikaların ülkemizi 5-10 yıl sonra çok daha iyi konuma getireceğini kimse anlatamaz.

Bu konuda siz bakmayın hiç de ulusal olmayan medyamızın bülbüllerine. Hele hele geçen gün açıklanan hükümetin büyüme rakamlarına... Yok yüzde bilmem kaç büyümüşüz? Büyümeye hızla devam ediyormuşuz... Tünelin ucu göründü... Gidişat çok iyi vs. vs.

Bugün geniş halk kesimleri derin bir karamsarlık ve yoksulluk içinde, Sözü edilen büyüme halka hiç yansımıyor...

Ama sözü edilen büyümenin kime yaradığı belli. Bir avuç iş birlikçi sermaye grubuna...

Oynanan oyun çok acı. Tam bir kara mizah. Bu oyundan kazananlar hep belli. Kaybedecek olanlar ise geniş halk kesimleridir. Bu oyun hep böyle oynandıkça da kaybedenler de yine halk olacaktır.

Süreçleri doğru sorgulayıp, doğru kavramak zorundayız. Sorun bu oyunun hep böyle oynanmaması için, halkımızın sorununun farkına vararak bilinçli ve örgütlü mücadelesi ile süreçleri kendi beklentilerine göre dönüştürmesine bağlıdır...

Her şey bence bu gerçekte yatmakta...

İbrahim GÜR

 

TÜRK İNSANINI ANLAMAK! (1)

Türk insanın bugün yaşamının her alanında gösterdiği davranışların kökenleri araştırmak için işe çok uzaklardan, Türklerin Orta Asya içlerinden Anadolu‘ya göç süreçlerinden başlayarak bugüne gelmek gerekir.

Türk toplumunun geçmişinin tüm gerçekçiliği ile değerlendirilmesi, insanlarımızın dinsel ve etnik gelişmeler karşısında takındığı tutumları, siyasi ve ekonomik otoritelere karşı gösterdiği davranışların doğru sorgulanması için bir ön koşul  olarak görülmelidir.

İnsanlar ve dolayısıyla da tüm toplumlar bugünü yaşarken, geçmişten gelen izlerle birlikte yaşarlar. Bugünü doğru anlamak, geçmişi doğru değerlendirmek ve çözümlemekten geçer. Her geçmiş, içinde geleceğe dair insanın beslediği tohumları da bünyesinde barındırmıştır. Bu tarihsel ve sosyolojik bir olgudur. Bu, bugün de böyledir, gelecekte de öyle olacaktır.

Tarihi olaylar, birbirinden kopuk, birbirinden bağımsız olaylar olarak görülmemelidir. Olaylara birbirinin etkileyen, yönlendiren, hızlandıran ya da yavaşlatan, neden-sonuç ilişkileri yaklaşımıyla birbirini tamamlayan geçiş süreçleri olarak bakmak gerekir ki doğru anlaşılarak değerlendirilebilsinler.

Tüm tarihi olayların özü, nasıl açıklanırsa açıklansın ekonomik ve siyasi güç odakları ya da egemenler ile sömürülen, ezilen ve kandırılan yoksullar arasındaki bitmek bilmeyen mücadeleleridir.

Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa‘nın yaşadığı aydınlanma ve sanayi devrimini yaşamadan, onlarca yönlendirilen ve sömürülen bir imparatorluk olarak ömrünü tamamlamıştır.

Bu yıkıntılar üzerine kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti de geçmişin yapılarını kırmaya çalışarak, o günün koşullarında bağımsızlık mücadelesi vererek, kendi bünyesine uygun kalkınma süreçlerini başlatmıştır.

Gelinen bugünkü noktada, genç Cumhuriyetimizin kazanımlarını dahi ikirciklikli ve kuşkulu bir yaklaşımla kabullenme güçlüğü çeken, içinde yaşadığı sistemin çarkının nasıl döndüğünün farkına varamayan, tepkisini kime ve nasıl koyacağını bilemeyen, geçmişten gelen yapıları etnik ve dinsel odaklarca hep kullanıla gelen ve dolayısıyla kendi çıkar ve beklentilerine yabancılaştırılan halkımızın bugünkü sistemi tekrar tekrar üreterek yaşatmasını, geçmişten gelen bu yapının kırılamamasında aramak gerekliliğine inanıyorum.

Orta-Asya‘dan günümüze Türklerin sosyal, ekonomik ve kültürel yaşam süreçlerini inceleyelim ki bugüne gelerek insanlarımızın davranışlarını anlayabilelim...

Orta-Asya Türklerinde en belirgin özelliklerin başında göçebe yaşam tarzları gelmektedir. Toplum buna göre yapılanmıştır ki bu şekildeki yapılanma da Türk toplumunu uzun süre etkilemiştir.

Gerek Selçuklu devletlerinde gerek Osmanlılar zamanında hükümdarların yetkileri sınırsızdır ki bu durum Türklerde devlet anlayışı ve geleneğini de belirlemiştir. Farklı bir söylemle ta başlangıçta göçebeliğin kendi dinamizmi içinde askeri ve mutlakıyetçi bir yönetim anlayış ve geleneği yarattığı söylenebilir.

Türkler, tarafsız ve sağlam kaynakların bildirdiğine göre, İslamiyet‘i hep birlikte, hemen değil, yer yer dirençler göstererek, yavaş yavaş benimsemişlerdir. Bugün bile az da olsa, İslami görüntü ve yaşam tarzı içinde eski görenek ve dini inançlarını yaşatmaya devam ettirmektedirler.

Türklerin Orta-Asya ‘dan çıkışlarından sonra karşılaştıkları İslamiyeti seçmeleri biraz da o günün gerçeklerinin kaçınılamaz sonucudur. Gerek İslamiyeti seçmeleri gerek İslamiyetin Sünniliğini seçmeleri, daha sonra önemli sonuçlar doğuran, ekonomik ve sosyal yönü ağır basan bir olgudur.

İslamiyetin bir din olması yanında çok daha fazla bir devlet ve hukuk düzeni niteliği taşıması, Türklerin zamanla devleti buna göre biçimlendirmesinde etkili olmuştur.

Türklerde egemen ve varlıklı kesimler, o günün koşullarında, İslamiyeti ve dolayısıyla Sünniliği kendi çıkarları gereği kendi istekleri ile seçtikleri halde, yoksul halk daha sonraları kabul etmiş ve genellikle de, geçmiş dinsel inançlarını da birlikte yaşatarak aleviliği seçmişlerdir. Alevilik bu süreçte sünni üst yönetimine karşı çatışmalarda halkın ideolojisi haline geldiği de söylenebilir.

Gerek Selçuklularda gerek Osmanlılarda sürekli savaşların yükünü halk çekmiş, ezilmiş, vergileri halk ödemiş, bu durum devlet yönetimlerinin sünniliğe sıkı sıkı bağlanmasına neden olurken, sıkıntıyı çeken halk ile yönetimlerin arasının giderek açılmasına da neden olmuştur.

Selçuklu Devleti‘nde halk kendi dilini kullanırken var olan medrese kültürü, sünniliğin Arapça ve Farsça yazılan kitapların ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Osmanlı‘da, ülke içinde ekonomik iktidar büyük toprak sahiplerinin, tacirlerin, tefecilik gibi yollarla paralarını kullananların elinde bulunuyordu. Aslında siyasi iktidarın yapısı da buna dayanıyordu. Devletin askeri yöneticileri de aynı zamanda geniş toprak sahipleridirler. Zamanla, halkla egemen çevreler arasındaki farklılaşma ve halkın yoksullaşması, halkı, hem asker, hem devlet yöneticisi hem de toprak ağası ile karşı karşıya getirmiştir.

Şurası bir gerçektir ki Osmanlı‘da askeri, siyasi ve ekonomik erki elinde bulunduranların pek çoğunun Türk soyu dışından gelmiş olmaları, ezilen ve sömürülen bir azınlık haline düşürülmesini, halkın, Osmanlı Devleti‘ne karşı birçok ayaklanmasını da anlamak açısından önemlidir.

Gelişmeler karşısında Türkler köylere sığınırken, saraylar Türk olmayanlarla dolmuştur. Osmanlı yönetim devşirme sadrazamlar, paşalar, beyler ve yeniçeriler tarafından gerçekleştiriliyordu.

Osmanlılarda Tanzimat Dönemi‘nde başlatılan batılılaşma,mevcut sorunların halk yararına çözme kaygısından değil, Osmanlı yöneticilerinin değişen ekonomik koşullara ayak uydurabilmek için buldukları bir çözümdür. Aslında Osmanlı‘da ekonomik gücü ellerinde bulunduranların kendi ekonomik güçlerini hukuksal alanda da güvence istemelerinin sonucu olup,batılılaşma gelişmiş batı ülkelerince dayatılmış ve desteklenmiştir.

Batılaşma hareketleri bir çağdaşlaşma değil, tamamen üst yöneticilerin tüketimine dayanan bir batı taklitçiliğidir.

Lale Devri‘nde saray ve yöneticilerin tüketim savurganlıklarını karşılamak için halka çok daha vergi yükü bindirilmiştir. Vergiler, yoksul köylü ve halkın yanında esnafı da sıkıntıya sokmuştur. Lale Devri‘nde yapılan yenilikler halkın çıkarına olmamıştır..

Bu dönemde çıkan Patrona Halil İsyanı, bu sosyo-ekonomik gerçeklere karşı tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Bazı tarihçilerin bu ayaklanmayı, batılılaşma hareketlerine karşı bir gerici ayaklanma diye göstermeleri gerçeği değiştirmez. Gerçek nedeni, yöneticilerin halktan kopmaları ve yabancılaşmaları, batı özentileri ve buna uygun gelişen yaşam savurganlıklarına karşı iyice yoksullaşan halkın ve esnafın tepkisinin bir sonucudur.

Yukarıda da belirtildiği üzere batılılaşma, batı kurumlarının ve yaşantısının taklidi şeklinde olmuş, ülke ekonomisi Hıristiyan uyrukluların eline geçmiş, yapılanlar halkın yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik olmamış, tüketim ekonomisi halkın üzerindeki vergi yükünü arttırarak,daha da yoksullaşmalarına neden olmuştur. Yönetici ve egemen sınıflar, halka iyice yabancılaşmışlardır. Tüm bu gelişmeler, Osmanlıdaki Türk Müslümanların da batıcı-doğulu ikileminin de temelini atmıştır. Bu devrin batıcıları halkı gerici,d oğucu diye niteler olmuşlardır.

Halkın bu dönemde yenileşme hareketi diyerek egemenlerce yapılan batılaşma hareketlerine karşı tepkileri olmuş ve bu tepki de bazen kendi çıkarlarına uygun, ileride yapılacak iyileştirme hareketlerine karşı da tutucu bir özellik taşımalarına neden olmuştur. Şöyle ki yoksul halk kendine yabancılaşmış, sömüren ve ezen egemen yönetimin tüm uygulamalarına, niteliklerine bakmaksızın tepki verme içinde olmuştur.

Osmanlılardaki batılılaşma hareketlerinin içeriğinin, nedenlerinin ve sonuçlarının ne olduğunu doğru değerlendirmeden, yakın tarihimizi de anlamak olası değildir.

Batılılaşma, batılı dış güçlerle birlikte yerli işbirlikçi ve asalak yöneticilerin aracılığıyla Anadolu‘nun bir sömürgeleştirme hareketidir demek çok daha doğru olacaktır.

Avrupa‘nın ilerlemesi karşısında ekonomik ve yönetsel olarak çökmeye ve itibar kaybetmeye karşı başlatılan Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) dönemini de aynı kapsam içinde değerlendirmek gerekir.

Bu süreçlerde  Osmanlı kendi iç çöküş nedenlerini gerçekçi olarak sorgulamamış, sadece batıyı kopya etmeye yönelik olarak, sanki çöküşten kurtulacakmış gibi, önce batının askeri yöntem ve tekniklerini, sonra toplumsal ve yönetsel kurumlarını ithal ederek devletin varlığını sürdürmesi hedeflenmiştir.

Tanzimat Döneminde batı ülkelerine gönderilen öğrenciler (ki çoğu Hıristiyan kökenlidir) bu ülkelerde düşünceleri koşullandırılarak çoğu zaman kendi ülkelerinde batının çıkarlarını ve düşüncelerini savunur hale gelmişlerdir.

Osmanlılarda batılılaşma süreci,Lale devri‘nde başlamış,Nizam-ı Cedid ile yerleşmiş,II. Mahmut devrinde iyice kök salmış ve en sonunda 1839 Gülhane Hattı Hümayun‘u ile zaferini tamamlamıştır.

Tanzimat, ülkede batı tipi eğitim kurumlarını açarken,en önemli eğitim kurumları olan medreselere dokunmamıştır. Zaman içinde bu ikili eğitim yapısı mezunlarını da karşı karşıya getirmiştir.

Halk ile batı tipi aydın kopukluğunun nedeni de Tanzimat ile birlikte uygulamaya sokulan batıcılık hareketleridir. Öyle ki Tanzimat, batı ve onun yerli işbirlikçilerinin ideolojisi olurken, İslamcı yaklaşımlarda zorunlı olarak adeta bir tepki niteliğinde yoksul halkın ve esnafın ideolojisi haline gelmiştir. Halkın olaylara karşı bazen aşırıya kaçan dinciliğinin kökünü bu süreçlerde aramak yanlış olmayacaktır.

Batının sömürgeciliğine koşut olarak, batılılaşmayı kendi çıkarlarına uygun olarak, bir devlet politikası haline getiren Osmanlı yönetimine karşı, yoksul Müslüman halk kesimi,dinlerine daha sıkı sıkı sarılarak varlıklarını korumaya çalışmışlardır. Bu dönemde suni Müslümancılık batılılaşmayı da bir dinden çıkma görerek tepki göstermişlerdir.

SONUÇ

Orta Asya içlerinden gelerek iki Selçuklu Devletini ve Osmanlı İmparatorluğunu kuran Türkler, hiçbir zaman iktidara ortak edilmemişler, asker denilince  askere alınan, vergi denilince vergi alınan hale getirilerek yoksulluk içinde adeta yabancı bir azınlık konumuna düşürülmüşlerdir. Geçmişteki halk ayaklanmalarının  nedenini burada aramak gerekir.

Osmanlı kültürü de, müziğinden tutun, dili, edebiyatı imparatorluğu oluşturan değişik ırkların katkılarıyla oluşturulmuş karışık bir yapı göstermektedir.

Bugün halkın geçmişten gelen yaşantısına ve onun olaylar karşısındaki tutumunu doğru değerlendirmeden, verdiği tepkiyi ‘‘ gericilik‘‘ diye nitelendirmeden önce, onun karşı çıktığı ‘‘ ilerici‘‘ diye nitelendirilen uygulamaların halka ne getirdiğine bakarak saptamak en gerçekçi yol olacaktır.

Bugün köylümüzün içinde bulunduğu güç yaşam koşullarında gelişmeler karşısında aldığı tavır ve tepkiler bu tarihsel gelişimin sonucu olarak değerlendirmek gerekir.

Halkımızın daha doğrusu kırsal kesim ve bununla ilgili insanlarımızın, kendi çıkar ve beklentilerinin karşılanmasından uzak, geleneksel ve geçmişi savunan, egemenlerin çıkarına dayanan, dinsel ve etnik ağırlıklı siyasi oluşumlara destek vermeleri bugün bile derin etkileri görünen geçmişlerinde aramak gerekir.

Birazda  halkı anlamak demek, onun geçmişini de doğru değerlendirmek demektir. Halk ile doğru   iletişim kurulması, onun var olan bu gerçeğinin görülmesine dayanır. Halk için, halka rağmen, geleceğe ilişkin söylemlerini ‘halk anlamıyor‘ diyenler bu gerçeği göz ardı ediyor demektir. Her şeyden önce halkın gerçeğini bilmek gerekir ki halkı doğru anlayabilelim. Hiçbir ulusun tarihinde, bizim kadar halk ayaklanması olmadığı gerçeğinden hareketle, halkımızı anlayarak ve ona  güvenerek, geleceğimizin kurgulanmasına bu açıdan bakmak gerekir.

Artık tüm yönetsel, ekonomik, sosyal ve kültürel yaşam alanlarımızın uluslar arası büyük sermaye gruplarının emrindeki DTÖ, IMF ve Dünya Bankası ile aynı amaçları taşıyan AB‘nin dayatmaları sonucu belirlenirken, halktan kopuk, halk desteğini alamayan hiçbir çıkış hareketinin başarılı olacağını düşünmek büyük bir hayaldir.

Geleceği halkın çıkar ve beklentilerine göre yeniden kurgulamak, bir yönden mevcut soygun ve yalan sisteminden beslenerek bir taraftan da halkçı geçinerek, , halka rağmen halk için bir şeyler yapıyor görüntüsü veren aydın geçinenlerin işi de değildir. Bunların yaptıkları, sistemin halkın gözünde meşrulaştırılmasıdır.

Bugüne kadar, egemen yapının çıkarları doğrultusunda , yapılan tüm uygulamaları , başka seçenek yokmuş gibi, adeta tek çözüm  yolu imiş gibi , tarihsel süreçlerde kendi çıkarlarının bilincine uygun  süreçlerin  yaşanmamış olan halkımızın düşünce ve davranış yapısını her türlü araçları kullanarak, yalan talan ve sömürü sistemini sürdürmeye yönelik olarak halkın düşünce yapısını körleştiren, kendi çıkarlarına yabancılaştıran, cemaat kültürü içerisinde kurtarıcı bekleyen   yurttaşları tüm bu anlayış ve uygulamalar karşısında, var olan ve halkı ezen ve sömüren kökü dışarıda dayatmacı politikaları değişik söylemlerle seçenek olarak çıkaran anlayış sahiplerinin de inandırıcılığı olamaz.

İbrahim GÜR 

 

TÜRK İNSANINI ANLAMAK(2)

Osmanlı‘da, ülke içinde ekonomik iktidar büyük toprak sahiplerinin, tacirlerin,tefecilik gibi yollarla paralarını kullananların elinde bulunuyordu. Aslında siyasi iktidarın yapısı da buna dayanıyordu. Devletin askeri yöneticileri de aynı zamanda geniş toprak sahipleridirler. Zamanla, halkla egemen çevreler arasındaki farklılaşma ve halkın yoksullaşması, halkı, hem asker, hem devlet yöneticisi hem de toprak ağası ile karşı karşıya getirmiştir.

Şurası bir gerçektir ki Osmanlı‘da askeri, siyasi ve ekonomik erki elinde bulunduranların pek çoğunun Türk soyu dışından gelmiş olmaları,ezilen ve sömürülen bir azınlık haline düşürülmesini, halkın, Osmanlı Devleti‘ne karşı birçok ayaklanmasını da anlamak açısından önemlidir.

Gelişmeler karşısında Türkler köyler sığınırken,saraylar Türk olmayanlarla dolmuştur. Osmanlı yönetim devşirme sadrazamlar, paşalar, beyler ve yeniçeriler tarafından gerçekleştiriliyordu.

Osmanlılarda Tanzimat Dönemi‘nde başlatılan batılılaşma,mevcut sorunların halk yararına çözme kaygısından değil,Osmanlı yöneticilerinin değişen ekonomik koşullara ayak uydurabilmek için buldukları bir çözümdür.Aslında Osmanlı‘da ekonomik gücü ellerinde bulunduranların kendi ekonomik güçlerini hukuksal alanda da güvence istemelerinin sonucu olup,batılılaşma gelişmiş batı ülkelerince dayatılmış ve desteklenmiştir.

Batılaşma hareketleri bir çağdaşlaşma değil,tamamen üst yöneticilerin tüketimine dayanan bir batı taklitçiliğidir.

Lale Devri‘nde saray ve yöneticilerin tüketim savurganlıklarını karşılamak için halka çok daha vergi yükü bindirilmiştir.Vergiler,yoksul köylü ve halkın yanında esnafı da sıkıntıya sokmuştur.Lale Devri‘nde yapılan yenilikler  halkın çıkarına olmamıştır..

Bu dönemde çıkan Patrona Halil İsyanı,bu sosyo-ekonomik gerçeklere karşı tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Bazı tarihçilerin bu ayaklanmayı,batılılaşma hareketlerine  karşı bir gerici ayaklanma diye göstermeleri gerçeği değiştirmez.Gerçek nedeni,yöneticilerin halktan kopmaları ve yabancılaşmaları,batı özentileri ve buna uygun gelişen yaşam savurganlıklarına karşı iyice yoksullaşan halkın ve esnafın tepkisinin bir sonucudur.

Yukarıda da belirtildiği üzere batılılaşma,batı kurumlarının ve yaşantısının taklidi şeklinde olmuş,ülke ekonomisi Hıristiyan uyrukluların eline geçmiş,yapılanlar halkın yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik olmamış,tüketim ekonomisi halkın üzerindeki vergi yükünü arttırarak,daha da yoksullaşmalarına neden olmuştur.Yönetici ve egemen sınıflar,halka iyice yabancılaşmışlardır.Tüm bu gelişmeler,Osmanlıdaki Türk Müslümanların da batıcı-doğulu ikileminin de temelini atmıştır.Bu devrin batıcıları halkı gerici,doğucu diye niteler olmuşlardır.

Halkın bu dönemde yenileşme hareketi diyerek egemenlerce yapılan batılaşma hareketlerine karşı tepkileri olmuş,ve bu tepki de bazen kendi çıkarlarına uygun,ileride yapılacak iyileştirme hareketlerine karşı da tutucu bir özellik taşımalarına neden olmuştur.Şöyle ki yoksul halk kendine yabancılaşmış,sömüren ve ezen egemen yönetimin tüm uygulamalarına,niteliklerine bakmaksızın tepki verme içinde olmuştur.

Osmanlılardaki batılılaşma hareketlerinin içeriğinin,nedenlerinin ve sonuçlarının ne olduğunu doğru değerlendirmeden,yakın tarihimizi de anlamak olası değildir.

Batılılaşma,batılı dış güçlerle birlikte yerli işbirlikçi ve asalak yöneticilerin aracılığıyla Anadolu‘nun bir sömürgeleştirme hareketidir demek çok daha doğru olacaktır.

Avrupa‘nın ilerlemesi karşısında ekonomik ve yönetsel olarak çökmeye ve itibar kaybetmeye karşı başlatılan Nizam-ı Cedid(Yeni Düzen)dönemini de aynı kapsam içinde değerlendirmek gerekir.

Bu süreçlerde  Osmanlı kendi iç çöküş nedenlerini gerçekçi olarak sorgulamamış,sadece batıyı kopya etmeye yönelik olarak,sanki çöküşten kurtulacakmış gibi,önce batının askeri yöntem ve tekniklerini,sonra toplumsal ve yönetsel kurumlarını ithal ederek devletin varlığını sürdürmesi hedeflenmiştir.

Tanzimat Döneminde batı ülkelerine gönderilen öğrenciler(ki çoğu Hıristiyan kökenlidir)bu ülkelerde düşünceleri koşullandırılarak çoğu zaman kendi ülkelerinde batının çıkarlarını ve düşüncelerini savunur hale gelmişlerdir.

Osmanlılarda batılılaşma süreci,Lale devri‘nde başlamış,Nizam-ı Cedid ile yerleşmiş,II. Mahmut devrinde iyice kök salmış ve en sonunda 1839 Gülhane Hattı Hümayun‘u ile zaferini tamamlamıştır.

Tanzimat,ülkede batı tipi eğitim kurumlarını açarken,en önemli eğitim kurumları olan medreselere dokunmamıştır.Zaman içinde bu ikili eğitim yapısı mezunlarını da karşı karşıya getirmiştir.

Halk ile batı tipi aydın kopukluğunun nedeni de Tanzimat ile birlikte uygulamaya sokulan batıcılık hareketleridir. Öyle ki Tanzimat , batı ve onun yerli işbirlikçilerinin ideolojisi olurken, İslamcı yaklaşımlarda zorunlı olarak adeta bir tepki niteliğinde yoksul halkın ve esnafın ideolojisi haline gelmiştir. Halkın olaylara karşı bazen aşırıya kaçan dinciliğinin kökünü bu süreçlerde aramak yanlış olmayacaktır.

Batının sömürgeciliğine koşut olarak, batılılaşmayı kendi çıkarlarına uygun olarak, bir devlet politikası haline getiren Osmanlı yönetimine karşı, yoksul Müslüman halk kesimi,dinlerine daha sıkı sıkı sarılarak varlıklarını korumaya çalışmışlardır. Bu dönemde suni Müslümancılık batılılaşmayı da bir dinden çıkma görerek tepki göstermişlerdir.

SONUÇ

Orta Asya içlerinden gelerek iki Selçuklu Devletini ve Osmanlı İmparatorluğunu kuran Türkler, hiçbir zaman iktidara ortak edilmemişler, asker denilince  askere alınan, vergi denilince vergi alınan hale getirilerek yoksulluk içinde adeta yabancı bir azınlık konumuna düşürülmüşlerdir. Geçmişteki halk ayaklanmalarının  nedenini burada aramak gerekir.

Osmanlı kültürü de, müziğinden tutun, dili, edebiyatı imparatorluğu oluşturan değişik ırkların katkılarıyla oluşturulmuş karışık bir yapı göstermektedir.

Bugün halkın geçmişten gelen yaşantısına ve onun olaylar karşısındaki tutumunu doğru değerlendirmeden, verdiği tepkiyi ‘‘ gericilik‘‘ diye nitelendirmeden önce, onun karşı çıktığı ‘‘ ilerici‘‘ diye nitelendirilen uygulamaların halka ne getirdiğine bakarak saptamak en gerçekçi yol olacaktır.

Bugün  köylümüzün içinde bulunduğu güç yaşam koşullarında gelişmeler karşısında aldığı tavır ve tepkiler bu tarihsel gelişimin sonucu olarak değerlendirmek gerekir.

Halkımızın daha doğrusu kırsal kesim ve bununla ilgili insanlarımızın, kendi çıkar ve beklentilerinin karşılanmasından uzak, geleneksel ve geçmişi savunan, egemenlerin çıkarına dayanan, dinsel ve etnik ağırlıklı siyasi oluşumlara destek vermeleri bugün bile derin etkileri görünen geçmişlerinde aramak gerekir.

Biraz da  halkı anlamak demek, onun geçmişini de doğru değerlendirmek demektir. Halk ile doğru   iletişim kurulması, onun var olan bu gerçeğinin görülmesine dayanır. Halk için, halka rağmen, geleceğe ilişkin söylemlerini ‘halk anlamıyor‘ diyenler bu gerçeği göz ardı ediyor demektir. Her şeyden önce halkın gerçeğini bilmek gerekir ki halkı doğru anlayabilelim. Hiçbir ulusun tarihinde, bizim kadar halk ayaklanması olmadığı gerçeğinden hareketle, halkımızı anlayarak ve ona  güvenerek, geleceğimizin kurgulanmasına bu açıdan bakmak gerekir.

Artık tüm yönetsel, ekonomik, sosyal ve kültürel yaşam alanlarımızın uluslar arası büyük sermaye gruplarının emrindeki DTÖ, IMF ve Dünya Bankası ile aynı amaçları taşıyan AB‘nin dayatmaları sonucu belirlenirken, halktan kopuk, halk desteğini alamayan hiçbir çıkış hareketinin başarılı olacağını düşünmek büyük bir hayaldir.

Geleceği halkın çıkar ve beklentilerine göre yeniden kurgulamak, bir yönden mevcut soygun ve yalan sisteminden beslenerek bir taraftan da halkçı geçinerek, , halka rağmen halk için bir şeyler yapıyor görüntüsü veren aydın geçinenlerin işi de değildir. Bunların yaptıkları, sistemin halkın gözünde meşrulaştırılmasıdır.

Bugüne kadar, egemen yapının çıkarları doğrultusunda, yapılan tüm uygulamaları, başka seçenek yokmuş gibi, adeta tek çözüm  yolu imiş gibi , tarihsel süreçlerde kendi çıkarlarının bilincine uygun  süreçlerin  yaşanmamış olan halkımızın düşünce ve davranış yapısını her türlü araçları kullanarak, yalan talan ve sömürü sistemini sürdürmeye yönelik olarak halkın düşünce yapısını körleştiren, kendi çıkarlarına yabancılaştıran, cemaat kültürü içerisinde kurtarıcı bekleyen   yurttaşları tüm bu anlayış ve uygulamalar karşısında, var olan ve halkı ezen ve sömüren kökü dışarıda dayatmacı politikaları değişik söylemlerle seçenek olarak çıkaran anlayış sahiplerinin de inandırıcılığı olamaz.

İbrahim   GÜR 

                                                        BAŞARININ BEDELİ(!)         

Bütçemiz uzun yıllardan beri ( yaklaşık 22 yıl sonra ) bu yıl fazla vermiş... Peki bu bir başarımı? Başarı ise neye rağmen? Sanırım doğru sorgulanması ve de doğru yanıtlanması gerekende bu...

Devletin gelirlerinin en önemli kaynağı topladığı vergilerdir.Evet AKP hükümeti vergi gelirlerini arttırmıştır. Ama bu artış, kimden alınan vergi gelirlerinden sağlanmıştır? Tabi ki geniş halk kesimlerinden alınan dolaylı vergilerle. Yani KDV, ÖTV gibi dolaylı vergiler ve gelir vergisi ile. Bugün dolaylı vergilerin toplam vergi gelirlerindeki payı % 73 ‘e yükselmiştir.

Devler sermaye kesiminden de vergi alır. Bunu kurumlar vergisi alarak yapar. Bugün için bu oran % 30‘ların altındadır. Ama AKP hükümeti sermayeden alınan bu vergiyi çok görmüş ki, şimdilerde bu oranı % 20‘lere indirmeye karar vermiş...

Bütçenin bunun dışında fazla vermesinin nedenlerinden biride, devletin her geçen gün Anayasada yurttaşlık hakkı olarak tanımlanan, herkes için eşit ve ücretsiz olması gereken eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi alanlara yaptığı harcamaları kesmesidir. Bundan böyle paran kadar eğitim, paran kadar sağlık...

Daha ne yaptı AKP hükümeti? Cumhuriyetimizin yoktan var ettiği, ulusal ekonomimizin temel direkleri olan KİT‘leri yerli yabancı bakmaksızın, adeta peşkeş çekercesine sattı. Buradan sağlanan gelirler nereye gitti? İç ve dış harç faizlerinin ödenmesine yada sermayeye ucuz kredi kaynağı olarak gitti...

Peki AKP hükümeti bütçe fazlası yaratmak için başka neler yaptı? Çalışanların ücretlerini düşürdü. Her geçen gün sosyal devlet olma anlayışından uzaklaşarak, buraya atkılan kaynakları kesti. Tarıma verilen tüm destekleri kesti. Bunun tarımı çökertme pahasına yaptı maalesef.

AKP hükümeti tüm bunları yaparken sermayeye ve yandaşlarına yönelttiği hortumları kesti mi? Hayır... Yolsuzlukların üzerine gitti mi? Hayır... Ama IMF ve Dünya Bankalarının direktiflerini gözü kapalı yerine getirdi.Bugünlerde de ABD‘nin Ortadoğudaki BOP‘nin taşeronluğuna soyunmakta.

Evet bütçemiz fazla verdi. Neye rağmen? Gittikçe üretim, yatırım ve istihdam süreçlerinden uzaklaşan, kaynaklarını elden çıkaran, yoksullaşan, ödedikçe borçları artan bir Türkiye‘ye rağmen.

Benim aşağıda verdiğim tablodan çıkardığım sonuç bunlar. Sanırım iyi okunursa herkes aynı şeyleri söylerdi.

  • Vergi gelirleri içerisinde 1980 yılında yüzde 37 olan dolaylı vergilerin payı, 2005 yılında yüzde 73‘e çıkmıştır ( Kurumlar vergisi oranının yüzde 30‘dan yüzde 20‘ye çekilmesiyle 2006 yılında dolaylı vergilerin payı daha da yükselmiştir.)
  • Kamuda personel azaltılması ve ücretlerin baskılanmasına bağlı olarak, 1980 yılında toplam bütçe giderleri içerisinde yüzde 30.6 olan personel giderlerinin payı, 2003 yılında yüzde 21.5‘e düşmüştür.
  • Kamu yatırımlarının toplam bütçe giderleri içerisinde payı 1980‘de yüzde 17.2 iken bu oran 2003 yılında yüzde 5.1‘e düşmüştür.
  • 1985 yılında yüzde 14.2 olan eğitim harcamalarının payı, 2003 yılında yüzde 11.2‘ye,aynı dönemde sağlık harcamalarının payı yüzde 3.1‘den 2.7‘ye alt yapı harcamalarının payı ise yüzde 22.7‘den yüzde 8.3‘e düşmüştür.
  • Toplam bütçe giderleri içerisinde 1980 yılında yüzde 2.7 olan iç ve dış faiz ödemeleri 2003 yılında yüzde 41.7‘ye yükselmiştir.

İbrahim GÜR

GÜNÜMÜZDE SİVİL TOPLUM ve STö‘ leri

Sivil Toplum ve Sivil Toplum Örgütleri Söylemi günümüzde gözde kavramlar olarak önemseniyor, adeta demokratik katılımcılığın bir gereği olarak kutsanıyorlar, destekleniyorlar.

Batıda Sivil toplum örgütünün karşılığı hükümet dışı örgütler anlamına geliyor. Ama gerçeğe baktığımızda batıda ve bizde de birçok STÖ özellikle hükümetler ve sermayece desteklenmekte, bilakis kurulmalarına ve faaliyetlerine destek verilmektedir. Böyle olunca da STÖ‘ deki gönüllülük kavramı önemini yitirmekte, katılımcılara burada düşen, kendilerine verilen iyi insan, çağdaş insan, yardımsever insan, çevre aşığı insan ve benzeri rolleri oynamalarıdır.

Elbette sermaye ve egemen sistem kendine karşı gelenlere kaynak aktarmaz. Ama burada amaç sistemi kitlelerin kafasında meşrulaştırmak, "Demokrasi oyununu oynatmaktır." Yeter ki kitleler, sisteme karşı gelmesinler. Çark hep böyle dönsün, kervan hep böyle gitsin diye.

İşte bu nokta STÖ‘ lere büyük görev düşmekte ve de sistem bunun bilinci ile bu yapıları kontrol ederek desteklemektedir. Yeter ki sistemin değirmenine su taşısınlar.

Sistemce desteklenen bu yapılara iyi bakın... Hiçbiri içinde yaşadıkları soygun ve yalan sistemine karşı cepheden bir duruş ve söylem sergilemezler.

Üstelik bunların birçoğu emperyalist ülkelerce, onların vakıfları ve dernekleri aracılığı ile de beslenmektedirler. Onların içimizde misyonerlik görevlerini yüklenmektedirler. Yani bir çoğunun uluslar arası soygun sistemi ile karşılıklı ilişkileri vardır.

Bu STÖ‘lerin başka bir görevleri de yoksulluğa, adaletsizliğe, eşitsizliğe karşı kitlesel tepkiyi yumuşatmak, bu amaçla da toplumu depolitize etmektir.

Hele bizim gibi ülkelerde belli başlı STÖ‘ ler hem finansal olarak dışa bağımlılar, hem de sisteme karşı bağımsız bir duruşta sergileyememektedirler. İşlevleri katılım ve tepki varmış izlenimini yaratmak, sisteme demokratik görüntüsü vermektir. İnsanların olan bitene itiraz etmelerini önlemek, sisteme uyum sağlamalarını sağlamaktır. Ortalıkta hangi isimle ve hangi misyonla dolaşırsa dolaşsınlar bu işin özünü hiçbir zaman değiştirmez.

Burada sözüm, egemen yapıdan ve sermayeden beslenmeyen, her zaman insandan ve herkes için yaşanılabilir bir dünya için mücadele eden kitle örgütlerine değil. Düzenin savunuculuğunu, Onun meşrulaştırıcılık görevini üstlenmeyenlere değil. Sözüm tıpkı sarı sendikalar gibi, sarı sivil (:) toplum örgütlerine, onun içinde bilerek veya bilmeyerek yer alanlara.

Sağlıklı ve güzel günler dileklerimle.

İbrahim GÜR

 

DENİZLİ TARIM GERÇEĞİ

İlimiz bulunduğu coğrafi konum itibariyle önemli bir tarım potansiyeline sahiptir. İlimizin tarımsal potansiyeli doğru harekete geçirildiğinde, istihdam ve katma değer yaratacağı her kesimce bilinmektedir.

Ancak ülke genelinde olduğu gibi başta Avrupa Birliği ve gelişmiş ülkelerin emrindeki Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonunca dayatılan ve yönlendirilen, gelişmiş ülkelerin çıkar ve beklentilerine göre oluşturulan politikalar, Denizli tarımını da her yönüyle belirlemektedir. Bugün ülkemizin ve Denizlili çiftçilerin ve köylülerimizin yaşadığı acı sıkıntıların kaynağı, mevcut hükümetlerin adeta gönüllü olarak benimseyip ve uyguladıkları bu politikalarda yatmaktadır.

Bugün tüm Türkiye‘de olduğu gibi Denizli‘de de üreticilerimiz hangi ürünü ne kadar ekeceğini, bunu kime, nasıl ve kaça satacağını bilmemektedir.

Bugün, yaygın üretici örgütsüzlüğü veya var olanların güçsüzlüğü, desteklerin olmaması, devletin planlama ve yönlendirme anlayışlarından uzak oluşu, tarımda yaratılan katma değerin değişik yol ve yöntemlerle tarım dışına transfer edilmesi, sermaye yetersizliği, devletin mevcut fiyat ve destek politikaları, yeterince bilim ve teknolojinin devreye sokulmaması, küçük ve çok parçalı tarımsal yapı, büyük pazarlama sorunları, tarımsal sanayinin geliştirilmemiş olması ve benzeri sorunlar gibi mevcut sorunlar ve uygulanan genel politikalar Denizli tarımını da her yönüyle belirlemektedir. Özellikle devletin destek ve fiyat politikaları da temel belirleyici olmaktadır.

Son yıllarda ilimizde devletin tütün ile ilgili politikalarına bağlı olarak ekim alanları yarıdan fazla düşmüştür. Yine dışarıdan ucuz pamuk ithaline bağlı olarak, dünyanın en kaliteli pamuğunun yetiştirildiği Denizli de, pamuk ekim alanları %50‘lere varan oranda azalmıştır. Üç yıl önce 1.0-1.1 YTL olan pamuk fiyatları bugün 0.7-0.8 YTL‘ ye kadar düşmüştür. Buna karşılık üreticimiz daha fazla kazanacağını umduğu başta buğday ve mısıra yönelmiş, ancak burada da büyük hayal kırıklığına uğramıştır. Bugün için bu ürünlerin fiyatlarına baktığımızda geçen yılların fiyatlarının, özellikle üretim maliyetleri göz önüne alındığında, geçen yılların fiyatlarının çok altında olduğu görülecektir.

Durum böyle iken mazota yapılan üst üste zamanlarla üreticimiz bugün dünyanın en pahalı mazotunu kullanır hale gelmiştir. Yine gübre ve ilaç fiyatlarında son yıllarda yüzde 30-40‘lara varan fiyat artışları olmuştur. Kısaca üreticimizin ürettiklerinin fiyatları her geçen gün düşerken üretimde kullandıkları girdilerin fiyatları ise sürekli artmaktadır. Bu durum üreticilerimizin hangi ürünü üretirse üretsin sürekli olarak gelirlerinin düşmesine ve hızla yoksullaşmasına neden olmaktadır. Kırsal kesimde işsizlikte hızla artmaktadır.

Denizlimiz‘de değişik tür ve farklı yetiştirme koşullarına sahip meyve dikimi hızla artmaktadır. Ancak tarımımızdaki var olan temel sorunların, gelecekte bu ürünlerin geleceğini belirsiz kılmaktadır. Özellikle, bugün üreticilerimizin ürettikleri meyveler çok düşük fiyatlarla pazarlanabilmekte, üreticimiz burada da hayal kırıklığına uğramaya devam etmektedir. Oysa AB‘ne karşı gelecekte en avantajlı olacağına inandığımız meyve ve sebze üreticilerimizin kesinlikle desteklenmesi ve bu anlayışla yönlendirilmesi bir zorunluluktur. Bu konuda bırakın devletin var olan destekleri kesmesini, var olan destek miktarını ve çeşitlerini arttırmak zorundadır.

Ne yazıktır ki Türkiye son yıllarda tamamen dış tarım ürünleri alıcısı durumuna getirilmiş, kendi yetiştirdiği başta pamuk, buğday, mısır, yağ bitkilerini dışardan alır konumuna gelmiş ve bunlara milyonlarca dolar ödemek zorunda bırakılmıştır.

Durum böyleyken, Hükümetin 2005 yılına ait Doğrudan Gelir Desteklerini aradan 1,5 yıl geçtiği halde ne kadar ve ne zaman ödeyeceği belli değildir. Ama hükümet, her geçen gün sıkıntıya düşen, borçlarını ödeyemeyen, üretimden gittikçe soğuyan çiftçilerimize haciz işlemi yapmaktan çekinmemektedir.

Böyle giderse, üretici üretmekten vazgeçmek zorunda kalacak, ülkemizin pazarlarını büyük devlet destekleri ile desteklenen gelişmiş ülkelerin tarım ürünleri  dolduracaktır. Köylümüz de kaçınılmaz olarak üretimden koparak kentlere göçmek zorunda kalacaklardır.

Bu politikaların tarımımızı getirdiği nokta bellidir. Götüreceği noktada bellidir. Bu da yakın gelecekte tamamen dış tarım ürünleri alıcısı olmuş, ya da yabancılar adına üretim yapan yoksullaşmış Türk çiftçisi olacaktır. Sonuçta da kaybeden tüm ülkemizin insanları olacaktır.

Türkiye bugün tarım için ulusal bütçeden ayırdığı yılda 2  milyar dolarlık kaynak miktarını yılda en az 10 milyar dolara çıkarmak zorundadır.

Bunun için bizler diyoruz ki, hükümetler dış dayatmaların gönüllü uygulayıcıları olmaktan çıkmalı, yüzlerine bu ülkenin gerçek üreticisi olan çiftçilere dönmeli, tarımımızı gittikçe çökerten, ülkemizi gelişmiş ülkelerin pazarı haline getiren, üreticilerimizi yoksullaştıran ve işsizleştiren bu politikaları uygulamaktan vazgeçmelidirler. Ülkemizin zengin kaynaklarını, ülkemizin ve insanlarımızın çıkarlarına uygun olarak harekete geçiren, kesinlikle tarımı ve dolayısıyla çiftçileri destekleyen, dışa bağımlı olmayan, ulusal tarım politikalarını hayata geçirmelidirler.

Bizler her şeye rağmen üretmeye, daha mutlu, üreten ve kalkınan bir Türkiye için mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğiz.

Bizi unutanları da, bizler hiçbir zaman unutamayacağız.  

İbrahim GÜR

 

                                           

 

Okunma Sayısı: 1527