KASIMPAŞA – WASHINGTON HATTI’NDA TEK PERDELİK OYUN: MISIRIMIZ / PANCARIMIZ, İŞÇİMİZ /KÖYLÜMÜZ, TARIMIMIZ/SANAYİMİZ VE ÇUŞ' LER... - 02.03.2004

GENEL MERKEZ ( )
02.03.2004 (Son Güncelleme: 08.07.2008 16:18:01)

KASIMPAŞA – WASHINGTON HATTI’nda TEK PERDELİK OYUN:

MISIRIMIZ / PANCARIMIZ, İŞÇİMİZ /KÖYLÜMÜZ, TARIMIMIZ/SANAYİMİZ

Ve ÇUŞ’ler...

Başbakan ERDOĞAN’ın Washington ziyareti sırasında, George W. BUSH, Amerika’nın istemlerini net bir dille açıkladı. Washington’da Türkiye Başbakan’ının önüne konulan dosyada, tarımdan sağlığa, enerjiden telekomünikasyona, savunma sanayiinden dış ticaret uygulamalarına kadar birçok alanda Türkiye’deki Amerikan çıkarlarını korumaya yönelik istemler sıralanıyor.

Merkezleri ABD’de bulunan çokuluslu şirketler, dünya tarım ve gıda ticaretine büyük oranda egemen durumda bulunmaktadırlar. Philip Morris, Cargill, Conagra, RJR Nabisco, IBP, Anheusr-Bush, Pepsico, Coca Cola, Sara Lee ve Borden bunlardan öne çıkanları. Merkezleri Avrupa ve Uzak Doğu’da bulunan az sayıda ÇUŞ’te bu alandaki dünya pastasından önemli paylar almaktadırlar. Bunları İsviçre’li Nestle S.A., İngiliz/Hollanda’lı Unilever, İngiliz Grand Metropolitan ve Alliyed Lyons, Japon Kirin Brewey, Taiyo Fisher ve Snow Brand Milk Products, Fransız BSN olarak sayabiliriz.

Sözü edilen çokuluslu şirketler, Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla gerçekleştirdikleri düzenlemeler ile çevre ülkelerin piyasalarına girip onları kontrol etmekte, Dünya Bankası ve IMF aracılığıyla da bu ülkelerin tarımını çökerterek, dışa bağımlı yapılar kurmaktadır. Küreselleşme sürecinin bu alana taşıdığı son “açılım” ise, ÇUŞ’lerin çevre ülkelerin hükümetleri üzerinde doğrudan ya da kendi hükümetleri aracılığıyla yaptıkları baskılar olarak kendisini göstermektedir.

Bu süreçte Arjantin’in, Endonezya’nın, Türkiye’nin, Hindistan’ın ve benzeri bağımlı ülkelerin üreticileri, mülksüzleşerek plantasyonlarda ÇUŞ’lerin işçileri olmakta veya kendi mülklerinde ÇUŞ’un her türlü baskı ve denetimi altında, sözleşmeli üreticilik sarmalında yok olmaktadırlar. Özelleştirme uygulamaları, çevre ülkelerin piyasalarında ÇUŞ’ların egemenliğini pekiştirmekte, tohum – gübre – tarım ilacı başta olmak üzere kurgulanan dışa bağımlı yapılar, katma değerin yurt dışına çıkarılmasına neden olmakta, tüketici yararı ve halk sağlığı ciddi tehditler ile karşı karşıya bırakılmaktadır.

Bu bağlamda, BUSH’un tarım alanında Türkiye’den istemleri, daha yakından bir incelemeyi hak ediyor.

BUSH’un tarım sektörü bağlantılı istemleri, Türkiye’de yatırımı bulunan Amerikalı Mc Donalds, Burger King, Cargill, Coca Cola ve Pepsi Cola şirketlerinin çıkarlarını korumaya yönelik. Bunlardan ilk ikisinin “fast food” zincirleri için et dışalımına izin verilmesi, dışalım vergilerinin düşürülmesi isteniliyor. Cargill için Orhangazi’de birinci sınıf tarım arazisi üzerinde kurulu Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) fabrikası nedeniyle hakkında süren davaları ortadan kaldıracak bir çözüm yanında, NBŞ’lere uygulanan % 10’luk kotanın kaldırılması ya da yükseltilmesi talep ediliyor. Kola şirketleri için ise, uygulanan % 10’luk lüks tüketim vergisi ve sağlığa zararlı ürünlere uygulanan verginin kaldırılması gerektiği öne sürülüyor...

Bu istemlerin her biri, Türkiye emek kesiminin kazanımlarını yok edici, gelir olanaklarını kısıtlayıcı, bölüşüm ilişkilerinde halkın payının daha da azaltılarak Amerikan şirketlerinin çıkarlarını ençoklaştırıcı nitelikte. Emekten sermayeye, güneyden kuzeye gelir transferinin “sorunsuz” işleyebilmesi için ise, siyasal iktidar – ekonomik rant ilişkisinin kurulması gerekmektedir ki, Türkiye’de bu zincir de kurulmuştur.

Bu ilişkinin halkın gözünden saklanması için, çokuluslu şirketler, dünya genelinde uyguladıkları bildik taktikleri Türkiye’de de sahnelemekte, emeği ile geçinen üretici kesimleri birbirine düşürmeye çalışmaktadırlar.

Bizler, emekten yana demokratik kitle örgütleri olarak, süreci açıklamak ve halktan – emekten yana tavrımızı ortaya koymak için, bu basın toplantısının gerçekleştirilmesi gereğini duyduk.

Bu doğrultuda, Cargill’in kimliği, istemleri ile bu istemlerin arka perdesini ve kabul edilmesi halinde Türkiye üzerinde doğuracağı etkileri sırasıyla inceleyelim.

Cargill kimdir ?

Tarım / gıda alanında her zaman ABD’nin ilk beşi, dünyanın ilk onu arasında bulunan Cargill, Iowa Eyaletinde 1865 yılında kurulmuş olup, halen dünyanın 61 ülkesinde faaliyet göstermekte ve 60 milyar doları aşan yıllık ciroya sahip bulunmaktadır. Bu büyüklüğüne karşın borsada işlem görmeyen bir aile şirketi olan Cargill ile ilgili veriler, çoğunlukla “estimated” (tahmin edilmektedir) notu ile yayımlanmaktadır. Tüm bunlara, Cargill’in ABD siyasetindeki gücünü eklemekte yarar var.

1960’lı yıllardan beri Türkiye’de iş yapan Cargill, 1986 yılında İstanbul’da şube açtı. Yurt dışından getirdiği veya Türkiye’den satın aldığı hububat, yağlı bitkiler, yem ve pamuk ürünlerinin yurtiçinde ticaretini yapan Cargill’in, üç adet yatırımı bulunuyor. Bunlardan biri fındık alanında. Hendek’te bulunan fındık işleme tesisinde işlediği fındıkları yurtdışına satıyor. Diğer ikisi ise nişasta kökenli şeker fabrikası. Mısırı işleyerek yapay tatlandırıcı üretiyor. Bunlardan Orhangazi’de birinci sınıf tarım arazisi üzerinde kurulu bulunan fabrika, arazi seçiminden doğan davalar nedeniyle, kamuoyunun gündeminde. Cargill’in Pendik’te bulunan fabrikada Ülker ile ortaklığı ise, İngiliz Cerestar firmasını satın alması ile doğdu.

Böylece özetlenebilecek Cargill, iki ana konuda Hükümet’ten istemde bulunuyor. Bunlardan birincisi, Orhangazi’deki fabrikanın bulunduğu arazinin, hukuki bir işlemle birinci sınıf tarım arazisi niteliğinden çıkarılarak “sanayi bölgesi” ilan edilmesi. Cargill’in amacı, böylece hakkında süren davalardan kurtulmak. İkinci istem ise, Şeker Yasası ile getirilen kotadan glukozun çıkarılması ve fruktoz için ise kotanın Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) üreten 5 fabrikanın tüm kapasitelerini kullanabilecekleri şekilde genişletilmesi.

Şimdi bu istemleri biraz daha yakından inceleyelim;

1- Cargill Orhangazi Fabrikası

Bursa ili, Orhangazi İlçesi, Gürle ve Gemiç köyleri mevkiinde 195 bin metrakare birinci sınıf tarım arazisinde kurduğu ve işlettiği nişasta fabrikası nedeniyle Cargill Tarım Sanayii ve Ticaret A. Ş. 4 ayrı dava ile karşı karşıya geldi. Hükümetten aldığı özel izinle faaliyetini sürdüren Cargill, “soruna” kalıcı bir hukuki çözüm istiyor.

Türkiye’de, tarım toprağının korunması ve amacı dışında kullanılmasının önlenmesine yönelik olarak, ülkemiz genel düzenleyici işlemler hiyerarşisinde yer alan mevzuatta, ayrıntılı hükümler bulunmaktadır. Anayasa’nın 44 ve 45. maddesi yanında, Çevre Yasası, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın kuruluş ve görevleri hakkındaki 441 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 3202 sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, Tarım Reformu Kanunu tarım toprağını korumaya yönelik hükümler içermektedir.

“Tarım Arazilerinin Korunması ve Amacı Doğrultusunda Kullanılmasına” yönelik ihtisas Yönetmeliği ise, adının ve amacının dışında hükümlerle sürekli değiştirilmekte, Ziraat Mühendisleri ODASI ise açtığı davalarla amac aykırı hükümleri iptal ettirmektedir.

Bu çerçevede Cargill, kendi deyişleriyle 2 yıl süren yer seçimi araştırmaları sonucunda, Bursa ili, Orhangazi Ovası’nda 195 bin metrekare birinci sınıf tarım arazisini “en uygun yer” olarak belirlemiştir.

Buna karşın, sözü edilen bölgenin birinci sınıf tarım arazisi oluşu, Bursa 2020 Yılı 1/1000 Ölçekli Mevzi İmar Planı’nda İznik – Orhangazi Planlama Bölgesi sınırları içinde ve bu sınırlar içinde geçerli olan İznik Gölü Çevre Düzeni İmar Planı’nda Tarımsal Niteliği Korunacak Alan – Sulama Alanı ve Uzun Mesafeli Koruma Alanı’nda kalışı, Orhangazi Ova’sında sanayi tesisi yapmak için daha önce başvurmuş olan 6 firmanın istemlerinin reddedilmiş olması, anılan tesise izin verilmesi durumunda tarımsal dokunun tahrip edileceği, tesisin 90 bin nüfuslu bir kentin su gereksinimi olan 3.500 ton yer altı suyunu bir günde kullanarak kapalı havzanın su dengesini bozacağı ve yöredeki 100 bin zeytin ağacının suyunu keseceği, zeytin ağırlıklı bir coğrafyada mısır işleyen bir tesisin kurulmasının yanlışlığı ve açığın ithal mısır ile kapatılacağı, ayrıca tesisin 7726 hektarlık ilk aşaması tamamlanmış, 7393 hektarlık ikinci aşaması yatırımları sürmekte olan ve 1997 fiyatlarıyla 4.2 trilyon TL olan yatırım bedelinin % 10’unun gerçekleştirildiği İznik – Orhangazi sulama projesinin tam ortasında kaldığı, İznik gölünü kirleteceği, sit alanı içinde yer alan Medet ve Karsak dereleri ile ilgili olarak Koruma Kurulu’ndan izin alınmadığı gerekçeleriyle, Bursa kamuoyunda güçlü bir tepki oluşmuştur. Bu çerçevede Bursa Büyükşehir Belediyesi, tesisin organize sanayi bölgesi içinde yapılmasını önermiştir.

Bu öneriye ve gösterilen diğer alternatif alanlara sıcak bakmayan Cargill, Hükümet bazında yaptığı lobi faaliyetleri sonucu, nişasta fabrikası kurulmasına olanak tanıyan ilk plan değişikliği iznini, Başbakanlık Yüksek Planlama Kurulu’nun, 9.12.1997 günlü kararı ile almıştır. Hemen arkasından Bursa Valiliği, 17.6.1998 tarihinde, nişasta fabrikasının yapımı için yapı ruhsatı vermiştir.

Hemen arkasından Çevre Bakanlığı, 23.6.1997 tarihinde, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Yönetmeliği’nde değişiklik yaparak, tarımsal sanayii kuruluşları için ÇED Raporu hazırlanması zorunluluğunu kaldırmıştır. .

Yine aynı dönemde, “Tarım Alanlarının Korunması ve Amacı Dışında Kullanılmasına Dair Yönetmelik”, yürütücüsü olan Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından 25.8.1998 tarihinde Devlet Bakanlığı’na devredilmiş ve bir gün sonra, 26 Ağustos 1998 tarihinde, adeta Cargill yatırımını tarif eden ve ona muafiyet sağlayan Yönetmelik değişikliği Resmi Gazete’de yayımlanmışltır.

Bayındırlık ve İskan Bakanlığı da bu kervana katılmakta gecikmemiş, koruma altındaki bu alanın sanayi amaçlı nişasta fabrikası alanına dönüştürülmesi için 1/25000 ölçekli planda değişiklik yapmıştır.

ÇUŞ’lerin yürütme erki üzerine etkilerine yönelik “mükemmel bir örnek” oluşturan bu sürece yönelik Bursa 2. İdare Mahkemesi ve Danıştay nezdinde birçok davalar açılmış, Yönetmelik değişikliği, çevre düzeni planı değişikliği, ruhsat, deşarj ve emisyon izinleri iptal ettirilmiş, birçok kez yürütmeyi durdurma kararı edinilmiştir. Buna rağmen fabrikanın açılışı, bizzat dönemin Hükümet Başkanlarının özel ilgileri ile sağlanabilmİştir.

Kararlar, temyizler birbirini izlemekte, hukuki çekişme sürmektedir. Ancak gerçek ortadadır: Orhangazi Ovası’nda, tarım toprağının bağrında bir sanayi tesisi faaliyetine devam etmekte, tarım dokusu ve çevre üzerine yıkıcı etkiler sürmektedir.

İşte bu ortamda Cargill, bölgenin sanayii alanı ilan edilmesini istiyor. Bu, Cargill için, hakkında sürmekte olan davalardan kurtuluş anlamını taşıyor. Buna karşılık, Organiza Sanayii Bölgesi’nde yer olmasına karşın, firma çıkarını en çoklaştırmaya yönelik olarak, Orhangazi Ovası’nda sanayi tesisi yapmak için sırada 40’ın üzerinde firmanın beklediği bilinmektedir. Bu bağlamda, Cargill’in isteminin kabulu, Orhangazi Ovası’nın tümüyle sanayiye terki anlamını taşıyacaktır.

Türkiye’nin, dünyada nitelikli arazi varlığı hızla daralan ülkelerin başında yer alması ve ülkenin sanayisinin hemen tümüyle Marmara Bölgesi’ne yığıldığı gerçeği ortada iken, bu istemin kabulunun, kamu yararı ile bağdaşmadığı ortadadır.

Bundan da önemlisi, “hukukun üstünlüğü” ilkesinin, her koşulda uygulanması gereğidir. Mevzuatın koruyucu – engelleyici hükümlerine rağmen tüm idari süreçler zorlanarak tamamlanan inşaatlar, asla “milli servet” olamazlar. Hukuk devletinin, hukuğa aykırı işlemleri ortadan kaldırma zorunluluğu vardır, bu bir tercih sorunu olarak değerlendirilemez.

2 – Şeker Yasası ile NBŞ’lere tanınan kotanın daha da genişletilmesi

Cargill’in ikinci istemi, sonuçları itibariyle daha da vahim..

Türkiye’nin toplam şeker gereksinimi kabaca 2.5 milyon ton / yıl dolayındadır. Buna karşılık 30 şeker fabrikasının 2.8 milyon ton pancar şekeri, 5 NBŞ fabrikasının ise 1 milyon ton NBŞ üretim kapasitesi var. Başka bir deyişle 1.3 milyon ton kapasite fazlası sözkonusudur.

Pancar ve mısırdan elde edilen şeker, yukarıda belirtilen kapasite ve kapasite fazlası için rekabet halindedirler. Başka bir deyişle, bir tarafın pastadaki payını artırması, diğer tarafın payının azalması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, her iki sektörün sermaye ve emek yapısı, ekonomik ve sosyolojik açıdan özellikleri, şeker maliyeti ve tüketicinin şeker için ödediği fiyat, dış ticaret gelişmeleri, bu tahteravallinin konumlanışını ülke açısından oldukça duyarlı hale getirmektedir.

Önce sanayii açısından konuya bakalım. Türkiye’de bulunan 30 Şeker Fabrikası’ndan 27’sinin mülkiyeti TŞFAŞ’ne aittir. 5 NBŞ fabrikasının mülkiyeti ise Cargiil, Cargill – Ülker ortaklığı, Amylum ve iki yerli firmaya aittir. Piyasada Cargill’in % 60 ve Amylum’un % 15 payları bulunmaktadır. Şeker fabrikalarında 30 bin işçi çalışırken, NBŞ fabrikası çalışanlarının sayısı binin altındadır.

Şeker fabrikaları, pancardan sakkaroz kökenli şeker üretmektedirler. NBŞ fabrikaları ise, mısırdan, fruktoz ve glukoz şurubu imal etmektedirler.

Türkiye’de pancara dayalı şeker sektörü, ülkenin şeker gereksinimini karşılamaktan başka, 450 bin üretici aile, 100 bin tarım işçisi, 30 bin fabrika işçisi, hayvancılık ve nakliye alt sektörlerinde çalışan 7-8 milyon kişiye doğrudan gelir yaratmakta ve üstelik te kar etmektedir. TŞFAŞ 2003 yılını 350 Trilyon TL kar ile kapatmıştır.

Buna karşılık Türkiye mısırda açığı olan bir ülkedir. Yaklaşık 2.5 milyon tonluk üretime karşılık, ülkenin mısır gereksinimi, her yıl 1 milyon ton ve üzerinde yapılan dışalım ile kapatılmaktadır. Mısır dışalımı, genellikle ABD, Arjantin ve Balkan ülkelerinden yapılmaktadır. NBŞ sanayii ise, yukarıda da belirtildiği gibi, % 75’i ÇUŞ’lerin egemenliğinde olup, üretilen katma değer yurtdışına transfer edilmektedir.

2003 yılında mısır dışalımında oynanan oyunlar...

Türkiye mısırda yılda 1 milyon tonun üzerinde dışalım yapma zorunluluğu olan, başka bir deyişle dışa bağımlı bir ülke olmasına karşın, 2003 hasadında yerli mısır, Çukurova ve Amik Ovası üreticilerinin elinde kalmıştır. Bu nasıl oluyor, açıklayalım...

Türkiye’de, 25.06.2002 tarihinde % 35 olarak belirlenen mısır gümrük vergisi, 17.04.2003 tarihinde % 20’ye indirilmiş; bu vergi oranı üzerinden 1 milyon tonun üzerinde mısır ülkeye sokulmuştur. İzleyen süreçte 08.08.2003 tarihinde mısırda uygulanan gümrük vergisi oranı % 45’e yükseltilmiş, bu oran üzerinden dahi ithal mısırın Türkiye’ye girişinin devam etmesi ve yerli üreticinin mısırının elinde kalması sonucunda konunun kamuoyunun gündemine taşınması sonrasında, çok geç bir kararla, 25.09.2003 tarihinde mısır gümrük vergisi oranı % 70’e yükseltilmiştir.

Bu bağlamda, hasat öncesi dönemde piyasaya sürülen ithal mısırla piyasa doyurulmuş, bunun sonucunda da, özellikle ülkenin en önemli mısır üreticisi olan Çukurova ve Amik Ovası yöresinde, mısır üreticinin elinde kalmıştır.

İthal mısır, Türkiye’ye yerli mısıra göre 50.000 TL/kg. daha düşük maliyetle girmektedir. Bunda, ABD ve AB’nin mısır ürününe yaptığı büyük üretim ve dışsatım desteklerinin etkisi vardır.

İthal mısırdan kim çıkar sağlıyor ?

Bu bağlamda, Çukurova ve Amik Ovası üreticilerinin elinde mısırın kalmasının tek nedeni, düşük gümrük vergisi ile yapılan ve 1.5 milyon tona yaklaşan dışalımdır. Dışalımdan kimler çıkar sağlıyor, kimler kaybediyor ? Bu sorunun yanıtı çok açık: ithal ürünü Türkiye’ye sokan iktidara yakın çevreler ile bu ucuz hammaddeyi kullanarak NBŞ üreten ve bunu da yüksek fiyatlarla sanayiiye satan Amerikan firmaları.

Neden Türkiye mısırda % 182 gümrük vergisi uygulama hakkına sahip iken, hasat dönemine % 20 ve % 45’lik vergi oranları ile girilmiş ve ülke ithal mısır cennetine çevrilmiştir ? Neden iş işten geçtikten sonra, 25.09.2003 tarihinde, göstermelik bir kararla mısıra uygulanan gümrük vergisi % 70’e yükseltilmiştir?

Ülkeye giren mısırların 4 bin tonluk bölümünün dışalımını, görevi tüm ulusun hak ve çıkarlarını korumak için çalışmak olan Kabinede görevli bir Bakan’ın oğlu gerçekleştirmiştir. Demek ki, iktidara yakın çevreler, para kazanmayı çiftçinin refahından daha önemli görmektedirler.

“Saadet zinciri” ni net olarak açıklayalım: Yerli mısır hasadı başlamasına karşın Bakanlar Kurulu mısır gümrük vergilerini yükseltmemekte veya yetersiz artışları geciktirerek uygulamakta, Bakanların oğulları ve iktidara yakın çevreler ülkeye ithal mısır sokarak büyük paralar kazanmakta, ithal mısır Cargill’e satılmakta, Cargill ucuz maliyetli mısırdan ürettiği yüksek fiyatlı NBŞ’i ortağı Ülker firmasına vermekte, Ülker Cola-Turka üretmekte, Cola Turka’nın önemli bir bölümünü ise Başbakan’ın oğlu dağıtmaktadır.

Şurası açıktır ki, siyasi erki ekonomik ranta dönüştüren iktidara yakın çevreler ve ÇUŞ’ler kazanırken, Türkiye köylüsü ve kamu bütçesi kaybetmektedir.

Bu tablo içinde Cargill iki “açılımın” peşinde: (a) Glukozu tümüyle kota dışına çıkarın, (b) Fruktoza tanınan kotayı, NBŞ fabrikalarının kapasitelerine koşut olarak, yani 935 bin ton düzeyine yükseltin...

NBŞ kotasının 100 bin ton artırılması durumunda neler olacağına bakalım;

• 250 bin dekar alanda pancar ekilmeyecek, pancar üretimi 1 milyon ton azalacaktır. Bu doğrultuda, 25.000 üretici ailenin üyesi 125 bin kişi üretimden çıkacak, aile başına 1.8 milyar TL kırsal gelir olanağı ortadan kalkacaktır. Buna koşut olarak, tarım işçilerinin iş olanakları da daralacaktır.

• 300 bin ton pancar küspesinin daha az üretilmesi sonucunda, 200 bin büyükbaş hayvanın yaş küspe gereksinimi karşılanamayacaktır.

• Tüm şeker fabrikalarında % 6.5’luk kapasite daralması, 2 şeker fabrikasının kapanmasına, 2 bin fabrika çalışanının işini kaybetmesine ve nakliyeciler gibi sektör ile ilişkili diğer kesimler de hesaba katıldığında, önemli iş ve gelir olanağı kayıpları ortaya çıkacaktır.

Bu kotanın her yüz bin ton artması, bu etkilerin ikiye katlanması anlamını taşımaktadır.

Sürecin nihai durağı ise şöyle öngörülebilir;

• Pancar şekeri fabrikalarının tümünün özelleştirilmesi, bunlardan yaklaşık 10’u hariç diğerlerinin kapatılması, 20 bin fabrika işçisinin ve 1 milyon 250 bin üreticinin doğrudan, çok daha fazla kişinin ise dolaylı olarak (nakliye sektöründe 10 milyon ton yük azalması, çapa işçilerinin iş bulamamaları, uygun fiyatlarla melas – posa sağlayamayanların hayvancılık sektöründen çıkmaları vb..) işlerini yitirmesi,

• Pancar ekim alanlarının, radikal olarak daraltılması, alternatifi olmayan-araştırılmayan üreticinin yoksulluğunun derinleşmesi, göç olgusunun “kırın çözülmesi” düzlemine dönüşmesi,

• Karşılaştırmalı üretim maliyetleri ve altyapı sorunlarına bakılmaksızın, konuya “tüccar siyasetçi” sığlığı ile bakılarak, “daha ucuz” olduğu gerekçesiyle mısır dışalımının her yıl artırılarak sürdürülmesi, bu bağlamda hammaddede ABD-Arjantin ve Balkan ürünlerine; işlenmiş maddede ise ÇUŞ’lere bağımlılık sürecinin pekişmesi.

Görüldüğü gibi, köylünün-üreticinin-nakliyecinin-sanayicinin kayıpları karşılığında, kazananlar ise ÇUŞ’ler olacaktır.

Halk sağlığı ve tüketici açısından konuya bakarsak;

Biyoteknolojik yöntemlerle kendi türü haricinde bir türden gen aktarılarak belirli özellikleri değiştirilmiş bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara, kısaca, “transgenik” denilmektedir.

Dünyada 13 dolayında ülkede, 60 milyon hektar alanda transgenik ürün yetiştirilmekle birlikte, bunun 2/3’ü, yani yaklaşık 40 milyon hektarı ABD topraklarında bulunmaktadır.

Toplam transgenik ekim alanının % 21’i, yani 12.4 milyon hektar alan ise, mısıra ayrılmış bulunmaktadır.

ABD’de borsa fiyatları üzerinden satılan mısırların hemen tamamının transgenik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. ABD, bazı tedarikçi ülkelerin istemleri uyarınca, transgenikj olmayan mısırı sözleşmeli üretimn yoluyla ürettirerek satmakta, ancak yükselen maliyetler nedeniyle bu tip ürünlerin fiyatları, borsa fiyatlarının 50 – 60 $/ton üzerinde gerçekleşmektedir. Başka bir deyişle, verili borsa fiyatları üzerinden ülkeye sokulan ABD kökenli mısırların büyük çoğunluğu transgeniktir.

Türkiye’de transgenik ürünlerin kullanımı yasak olmasına karşın, gümrük kapılarının transgenik olan –olmayan ürün yarımı yapabilen teknoloji ile donatılmamış olması, ülkeye transgenik ürünlerin girmesine yol açmaktadır.

Bu şekilde ülkeye giren transgenik mısırlar, işlenmiş olarak, çok farklı biçimlerde, marketlerde tüketicilerimiz tarafından satın alınmaktadır.

Transgeniklerin risk yarattığı alanlar insan ve hayvan sağlığı, biyolojik çeşitlilik, çevre ve sosyo-ekonomik yapı olarak özetlenebilir. Bunlardan insan sağlığı üzerine etkileri ise;

• Gen aktarımı ile diğer organizmalardan hastalık ve alerji yapacak özelliklerin taşınması riski,

• Transgenik ürünlerin birincil ve ikincil metabolik ürünleri içinde beklenmeyen biyokimyasal ürünlerin bulunması riski,

• Antibiyotik dayanıklılık oluşturma riski,

• Virüs kaynaklı genlerin ortaya çıkardığı değişik olumsuz durumlara ait riskler...

Türkiye’de tüketici, bilmeden bu risklerle karşı karşıya bulunmaktadır.

Diğer taraftan, aşırı dozda NBŞ kullanımı mide ve bağırsakta rahatsızlıklar oluşturmakta, toksik etkiler ve zehirlenmeler yaratabilmektedir. Bu bağlamda, yurtdışında, NBŞ kullanımına yönelik denetimler gerçekleştirilmekte iken, Türkiye’de bu alanda açık bir “denetimsiz kullanım” söz konusudur. Başka bir deyişle, helva-baklava-şekerlemeler-meşrubatlar gibi tüketicinin yoğun olarak kullandığı ürünlerdeki NBŞ kullanımı, imalatçının tutumuna bağlıdır ki, bunun yanlışlığı ortadadır.

Sonuçta

Bizler, emeğin savunucusu olan demokratik kitle örgütleri olarak, bu açık “tüccar siyesetçi” – ÇUŞ saadet zincirinin halk aleyhine ürettiği sonuçların önüne geçmek için çaba göstermeyi bir görev biliyoruz.

İzleyen süreçte, bu konudaki çabalar, oluşturulacak bir platform tarafından yürütülecektir.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur...

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Tek Gıda İş Sendikası

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Tarım Ekonomisi Derneği

Türk Tabipler Birliği (TTB) Veteriner Hekimler Derneği

Köy Koop Merkez Birliği Türkiye Tarımcılar Vakfı

Çiftçi Sendikaları Girişim Komitesi Tüketici Hakları Derneği (THD)

Okunma Sayısı: 3421