ZMO BAŞKANI GÖKHAN GÜNAYDIN'IN "2000'Lİ YILLARDA TARIM SEKTÖRÜ" SEMPOZYUMU AÇILIŞ KONUŞMASI - 04.01.2006

GENEL MERKEZ ( )
06.01.2006 (Son Güncelleme: 08.07.2008 16:57:52)

2000'Lİ YILLARDA TARIM SEKTÖRÜ SEMPOZYUMU AÇILIŞ KONUŞMASI

4 Ocak 2006

Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi ve Sosyal Demokrat Halk Partisi’nin değerli Genel Başkanları, Genel Başkan Yardımcıları, sayın milletvekilleri, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın Değerli Müsteşarı, Ziraat Mühendisleri ODASI’nın önceki dönem başkanları, sayın dekanım, değerli akademisyenler, kamu kurum ve kuruluşlarının saygın yöneticileri, demokratik kitle örgütleri, vakıf – dernek – sendikaların değerli başkan ve yöneticileri, çok kıymetli meslektaşlarım ve katılımcılar, basınımızın seçkin temsilcileri,

Tarımsal eğitim ve öğretimin başlangıcını kutlama amacıyla, her yıl özel bir konu başlığı altında düzenlediğimiz Tarım Haftası etkinliklerine teşrifiniz için teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum.

1846 yılında, Yeşilköy’de, Ayamama Çiftliği’nde başlayan tarımsal eğitim ve öğretim, 160 ıncı onur yılını kutluyor. 1933’te Ankara’da açılan Ziraat Enstitüsü ile ziraat mühendisliği meslek disiplininin çağdaş tarım tekniklerini öğretme ve yayma konusunda gösterdiği aşama sayesinde tarım sektörümüz, bitkisel ve hayvansal üretim deseni ile, Türkiye’de sosyo-ekonomik yapının en kırılgan olduğu dönemlerde dahi toprağı işledi, bitkiyi ve hayvanı besledi – büyüttü, ülkeyi doyurdu. insanlara iş ve aş sağladı, dışsatıma katkı yaptı, sanayi sektörünü destekledi…

Bu sürece katkı sağlayan tüm ziraat mühendislerine, huzurlarınızda şükranlarımı sunmak istiyorum. Ülkenin taşında toprağında emeği olan meslektaşlarımızdan ebediyete intikal edenlerin ruhları şad olsun, aramızdaki büyüklerimize şükran duygularımızı camia adına iletmekten onur duyuyorum, görev biliyorum.

Seçkin katılımcılar, tarımsal öğretimin 160 ıncı Yıldönümünü kutladığımız, bu bağlamda 2000’li yıllarda tarım sektöründe yaşanan gelişmelerin ülke adına bir muhasebesini yapacağımız böylesine önemli bir toplantıda, sizlerin de fark ettiği gibi, sayın Tarım ve Köyişleri Bakanı aramızda değil. Sayın Bakan’ın katılmamasını anlamak, doğal düşünce yolu açısından değerlendirildiğinde, maalesef çok kolay değil.

Bizler 27 aralık 2005 tarihinde yazdığımız yazı ile Sayın Bakan’ı davet ettik; 2 Ocak 2006 günü, saat 17:00 sularında Bakanlık özel kalem’den arayarak sayın Bakan’ın katılacağını teyit ettiler ve diğer konuşmacıların kimler olduğunu sordular; aynı gün saat 20:00 sularında arayarak ta, sayın Bakan’ın başka önemli bir toplantısı olduğu için katılamayacağını söylediler ve selamlarını ilettiler…

Elbette, selamı için Sayın Bakan’a teşekkür ederiz. Ve yine elbette, Türkiye Cumhuriyeti Tarım Bakanı’nın, meşguliyetini saygı ve anlayışla karşılarız, belli ki, Pazartesi gecesi 17 ila 20:30 arasındaki bir zaman diliminde, Sayın Bakan’ın önüne başka bir önemli toplantı seçeneği çıkmıştır.

Ancak şunu da biliriz ki, yaşam tercihlerle sürer, eşzamanlı toplantılar arasında bir her zaman bir tercih yapılır. Siyaset adamlarının ve Bakanların tercihlerini, kendilerinden farklı düşünen, farklılıklarını gerekçelendirebilen, uygulama yanlışlarını ortaya koyan ve çözüm üretenleri dinlemekten yana koymaları, kendi düşünce ve uygulamalarını sınamaları açısından yararlı olacaktır. Aksi bir tutum, Türkiye’nin siyasal yaşamın da sıkça örnekleri görüldüğü üzere, Bakan’ların, etraflarında birdenbire örülüveren duvarları aşamayarak içerde kalmaları sonucunu doğurmaktadır.

Şunu üzülerek belirtmek istiyorum ki, Sayın Tarım ve Köyişleri Bakanı, ya kendisinin tek başına konuşarak ayrılacağı ya da kendi seçtiği konuşmacılarla birlikte olacağı panelleri, sempozyumları, kongreleri, tv programlarını tercih ediyor. Buna ilişkin örneklerin sayısı giderek artıyor. Ben, bu durumun değişeceğini ümit ettiğimi söyleyerek, bu konudaki görüşlerimi sonlandırmak istiyorum. Elbette Ziraat Mühendisleri ODASI, 52 yıllık geçmişinde olduğu gibi geleceğinde de, hiçbir kişi ve Makam’a tek başına platform açmayacak, koşullar ne olursa olsun, kamusal denetleme erkini eksiksiz yerine getirmeye devam edecektir.

Değerli katılımcılar, ODA’mızın düzenlediği ve açılışını yaptığımız Sempozyum’da, iki gün boyunca, tarım sektöründeki güncel gelişmeleri irdeleyeceğiz. Tarım, Türkiye için sosyal-ekonomik-politik bakımdan son derecede önemli bir sektördür. Ulusal gelire % 11, istihdama % 30 katkı koyan, kırsal alanın hemen tek ekonomik getiri kaynağı olan, doyuran – barındıran bir sektördür tarım sektörü. Buna karşın, sektörün son yıllarda sürekli kan kaybettiği, iç ticaret hadlerinin korkunç bir şekilde tarım aleyhine geliştiği, sektörün genelinde üretim artışlarının nüfus artış hızının gerisinde kaldığı, bazı alt sektörlerde üretim de geriye gidişlerin yaşandığı, kırsal yoksulluğun dayanılmaz boyutlara ulaştığı bilinmektedir.

Kuşkusuz, doğal ve ekolojik kaynakları bakımından oldukça şanslı, biyoçeşitlilik açısından dünyanın en zengin ülkelerinden birisi olan Türkiye’nin hiç te hak etmediği bu yapı, kendiliğinden doğmadı.

IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla yürütülmekte olan sözde reform programının, uygulamada kaldığı yıllar boyunca ortaya çıkardığı sonuçları, reformun yürütücülerinden birisi olan Dünya Bankası’nın bir araştırması şöyle özetliyor; Üç yıllık uygulama döneminde, tarımsal gayrisafi milli hasıla 27 milyar dolardan 22 milyar dolara düşmüş, çiftçinin yıllık gelir kaybı 4 milyar dolar olmuş, girdi kullanımı % 25 – 30 oranında azalmış, bitkisel ve hayvansal tüm ürün gruplarının yarattığı brüt katma değer gerilemiş ve çiftçi, Anadolu’da 450 bin hektar alanı işlemekten vazgeçmiştir….

Bu tablonun, sürdürülen politikaların yıkıcı etkisini olanca çıplaklığı ile saptadığına yönelik kuşku yoktur. Anlaşılması güç olan, seçim meydanlarında bu tablonun etkilerinden geniş oranda yararlanan mevcut Hükümet’in, aynı politikaları sürdürmesi ve 2005 – 2007 yılları arasında da uygulamak üzere benimsemesidir.

Kısaca ve satır başları ile uygulamalara değinirsek; tarımın altyapı sorunlarının çözümüne ve ortalama maliyetleri indirgeyip verimliliği yükseltmeye yönelik uygulamalar son derecede sınırlıdır. Üretim girdileri her yıl % 35 - 40 oranında zamlanırken, ürün fiyatları hem devlet müdahale alımları hem de piyasa fiyatları bazında sürekli geriye gitmektedir.

Mısırda, buğdayda, pamukta, narenciyede ve daha birçok üründe yaşanan bu acı süreç, kamunun piyasadan çekilmesine yönelik olarak ortaya konulan gayretler ve pazarlama kanallarının rasyonel bir şekilde oluşturulamaması ile pekiştirilmektedir. Örneğin, 13 Bölge, 50 Şube ve 100 Ajans olmak üzere teşkilatının yarısını ortadan kaldırılan Toprak Mahsulleri Ofisi, 350 bin TL olarak buğday alım fiyatı açıklarken, Genel Müdürlüğe bir saat mesafede, Kırıkkale’de fiyatlar 250 bin TL’nin altına düşmektedir. Neoliberal politika uygulama sevdasında bir taraftan işyerleri kapatılmakta, diğer taraftan kuruluş 5 milyon tonun üzerinde alım yapmak zorunda kalmaktadır. Düzenlenen dışsatım ihalelerinin tümü ülkeyi önemli oranda zarara sokmakta, süreçten üretici – sanayici ve kamu bütçesi zarar görürken, kalıcı politika iyileştirmelerine yönelik hiçbir somut adım atılmamaktadır.

Tarladan domates 150 bin liraya çıkarken, kentlerde tüketiciye 1.5 milyon liraya ulaşması, sürekli tekrarlanmasından bıkkınlık veren, ancak kimsenin de sahneden kaldıramadığı bir eski zaman piyesi olarak sahnelenmeye devam ediliyor.

1998 yılından bu yana genetiği değiştirilmiş ürünler, yasal ve teknik altyapı yetersizlikleri nedeniyle, herhangi bir gümrük kontrolüne tabi tutulmadan iç piyasaya giriyor, işleme veya besin zinciri süreçleriyle tüketici sofrasına ulaşıyor; Türkiye’de tarımın içinde bulunduğu bağımlılık ilişkisi böylece pekiştirilirken ve halk sağlığı ile oynanırken, kimse tüketicinin tercihini sormuyor…

Bu yapı içinde, ziraat mühendisinden üretici köylüye kadar, sektörde bulunan herkesin yaşam alanı giderek daralıyor. Kamu organizasyonunun yaşama müdahil olma gücü kesiliyor, mühendis ile köylünün bağı adeta koparılıyor, tarlanın bilgi ve teknoloji ile buluşturulmasına yönelik bir politika seçimi, ufukta gözükmüyor…

İşte iç yansımaları böyle olan tarım sektörünün, dışsal politika belirleme alanında iki temel açılım ile karşı karşıya kaldığı bir süreci yaşıyoruz: Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği…

Bunlardan birincisi olan Dünya Ticaret Örgütü Tarım Anlaşması, 150’ye yakın ülkenin tarım politikalarının temel çerçevesini çiziyor… Bildiğiniz gibi, 2005 yılı Aralık Ayı’nda Hong Kong’da düzenlenen “İleri Tarım Müzakereleri” Turu, iç destek, dışsatım sübvansiyonları ve gümrük vergilerinin azaltılması konusunda temel niyet bildirimleri ile kapandı. İçinde bulunduğumuz yılın Nisan ayında Cenevre’de ortaya konulacak Anlaşma, az veya çok, bu alanlarda bir liberalizasyonu gündeme getirecek.

Bu hükümlerden iç destek ve ihracat sübvansiyonları, bütçe yetersizlikleri nedeniyle, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok azgelişmiş ülkenin etkinlikle kullanamadığı destek biçimleridir. Bu nedenle de Türkiye, “de minimis” kuralı uyarınca iç destek indiriminden tümüyle muaf, dışsatım sübvansiyonları alanında ise miktar ve tutar açısından kısıtlı indirgeme taahhüdü altına girmiş ve taahhütlerini de yerine getirmiştir. Ancak önümüzdeki süreçte, “de minimis” oranının % 5’e inmesi söz konusu olup, bu durum Türkiye’yi zorlayabilecektir.

Ancak daha önemlisi, gümrük vergilerinde yaşanabilecek radikal bir indirim süreci, Türkiye iç piyasasını tümüyle korumasız durumda bırakabilecektir. Şimdi sorulması gereken sorular, üzerinde korku senaryoları üretilmesi gereken çalışma alanları vardır. Örneğin, deli dana hastalığını gerekçe göstererek canlı hayvan dışalımına koyduğumuz bariyerlerin tarife dışı engel olarak tanımlanacağı olası bir süreçte, kasaplık canlı hayvan için uygulanan % 135’lik gümrük vergisinin ilk adımda % 100’ün altınaçekildiği, sonra yıllık örneğin % 5’lik bantlar halinde indirgendiği bir Anlaşma ortaya çıkarsa, Türkiye iç pazarının ve bu alanda çalışan insanların hali ne olacaktır? Aynı soruyu, halen yaşanan İran karpuzu rekabeti gerçekliği ortada iken % 86’lık kavun – karpuz gümrük vergisinin; yine halen yaşanan Şili elması rekabeti ortadayken % 60’lık elma gümrük vergisinin, % 145’lik muz, % 45’lik pirinç ve tütün, % 27’lik ayçiçeği gümrük vergisinin indirgendiği süreçler için düşünmek, olası kötü senaryolar üzerinden ayakta kalma reçetelerini üretmek zorundayız.

Şimdi tam da bu noktada, şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum. DTÖ Hong Kong görüşmelerinde en önemli konunun tarım olduğuna ilişkin yerli yabancı herkeste tam bir mutabakat var. Bu görüşmelere, Türkiye’den 45 kişilik bir heyet katılıyor. Heyette Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’ndan kim var? DTÖ nezdindeki tarım müşavirimizi bir tarafa bırakırsak, hiçkimse yok. Ankara’dan, sektörü yöneten Bakanlık bürokratlarından tek bir kişi bile yok. TOBB’dan, TİM’den temsilciler orada, görüşmelere katılan Sayın Bakanımız, DTÖ sözcülüğü üstlenmenin verdiği ve açıkça görünür memnuniyet ile basına konuşuyor; ancak en can alıcı konuda, Tarım konusunda Ankara’dan katılan bir tek Bakanlık temsilcisi yok. Böyle bir ortamda, bu görüşmelerin, tarım sektörü alanında hakkıyla gerçekleştirildiğini düşünmek mümkün mü ?

Yukarıda da belirttiğim gibi, terım sektörü ile ilgili bir başka açılım, “Avrupa Birliği Ortak tarım Politikası müktesebatını üstlenme” süreci üzerinden yaşanacak.

Öncelikle ve önemle belirtmek isterim ki, 17 Aralık 2004 tarihli ve 3 Ekim 2005 tarihli Konsey kararları, kabul edilmesi hiç te kolay olmayan birçok hüküm içermektedir. Müzakerelerin ucunun açık olması, her dosyanın açılış ve kapanışında 25 üye ülkenin onayının gerekmesi, tarım, serbest dolaşım ve yapısal fonlara kalıcı derogasyonlar konulması, “birliğin hazmetme kapasitesi” konusunun gündeme getirilmesi ve nihayet aday ülke üyelik yükümlülüklerini tam olarak yerine getirebilecek durumda değilse, Topluluk yapılarına mümkün olan en güçlü bağla demirleneceğine ilişkin ifade...

İşin ilginç tarafı, 17 Aralık kararı sonrası, Kızılay’da gündüz gözü havai fişek atılarak kutlama yapılırken, Dışişleri Bakanlığı harıl harıl nota hazırlığı içerisinde olmasıdır. Bu hazırlığın sonucunda, 23 Aralık 2004 tarihinde AB nezdindeki Daimi Delegeliğimizin AB Konseyi Başkanına verdiği notada, “Türk vatandaşlarının serbest dolaşımı ile ilgili olarak, zamanı sınırlanmamış ve amacı geçici düzenleme niteliği taşımayan, herhangi bir önleyici kısıtlama, şekli ne olursa olsun, AB’nin temellerine aykırı olacaktır. Aynı şekilde, ortak tarım politikası ve yapısal fonlar, Avrupa Birliği’nin önemli kuruluş politikalarından ikisidir. Bu politikalarla ilgili olarak aday ülkelere özel sürekli kısıtlamalar veya derogasyonlar getirme hususunda beyan edilen niyet AB’nin Türkiye’ye ayrımcı bir muamele yapmayı düşünebileceğini hatıra getirmektedir. Bu muamele, tabiatıyla Türkiye’nin katılım müzakerelerinin amacı olan tam üyelikle bağdaşmamaktadır” denilmektedir.

Nota, şöyle son buluyor: “Türkiye’nin, Türk vatandaşlarının serbest dolaşımlarının, tarım ve yapısal fonlarda yapılabilecek zaman ve kapsam açısından sınırlı olmayan kısıtlamaların Türkiye ile yapılacak üyelik müzakerelerin bir parametresi olmasını ön gören 17 Aralık 2004 tarihli AB Konseyi sonuç belgesinin 23. paragrafının ilgili bölümlerini kabul etmesi beklenmemelidir”.

Peki 23 Aralık 2004’te “bunlar bizden beklenmesin” dedik te, 3 Ekim 2005’te nelerin altına imza attık? Konumuz açısından kısaca bakalım. 35 müzakere başlığından üçü; “tarım ve kırsal kalkınma/gıda güvenliği, bitki ve hayvan sağlığı/balıkçılık” doğrudan tarım sektörü ile ilgili. Bu dosyaların açılışında ve kapanışında, aralarında Güney Kıbrıs ve Avusturya’nın da bulunduğu 25 üye ülkeden, tam 150 kez onay almak zorundayız. Sürecin, teknik bir çalışma alanından siyasi bir zemine kaydığı görülürken, onay süreçlerinde karşılaşacağımız güçlükleri tahmin etmek zor değil. Diyelim ki “ev ödevleri” tam olarak yapıldı, Birliğin hazmetme kapasitesi sorununun bizim dışımızda olduğunu görmemiz gerekmiyor mu? En son olarak ta, Dışişleri Bakanlığı çevirisinde somutlaşan “tam üyelik olmazsa mümkün olan en güçlü bağla demirleme” meselesi ne olacak ? Bu, imtiyazlı ortaklık ilişkisine yapılan atıf değilse nedir ?

Kısacası, 23 Aralık’ta verilen notanın içeriğinden çok daha ağır bir içerik 3 Ekim 2005 tarihinde tarım sektörü açısından kabul edilmiş ve İstanbul Borsa’sı bu habere de sevinerek zirve yapmıştır...

Değerli katılımcılar, tarım sektörü açısından görmemiz gereken daha önemli gerçeklikler var. Sözgelimi, Türkiye’nin Ortak Tarım Politikası’na uyumu için gerekli maliyet konusu... Bu alanda çok çeşitli araştırmalar yapılmış. Tümü dış kaynaklı olan bu araştırmaların sonuçlarına göre, Türkiye’nin OTP’ye uyumu için, yıllık 11 milyar euro ila 20 milyar euro arasında değişen bir kaynağa gereksinimi var.

Peki Avrupa Birliği bugüne dek Türkiye’ye ne kadar kaynak ayırmış ? İlerleme Raporları verilerine göre, 1995 – 2003 döneminde 1.098 milyar euro, 2004 yılında 235, 2005 yılında 300 milyon euro. Kısaca, 10 yılda toplam 1.7 milyar euro, yılda ortalama 170 milyon euro. Önümüzdeki dönemde ise, 1 Ocak 2007 döneminden itibaren ISPA’nın yürürlüğe girdiği varsayılırsa, Türkiye’nin yılda en çok 1 milyar euro kaynak kullanabileceği tahmin edilebilir. Bunun da ancak kısıtlı bir miktarının tarıma ayrılabileceği açıktır.

Türkiye’nin verili koşullarda tarımına bütçesinden 2 milyar euro dolayında kaynak aktarabildiğini düşündüğümüzde, olası AB katkısı ile birlikte, uyum için yılda 9 ila 17 milyar euro’luk bir açığın bulunduğu hesaplanabilir.

6 Ekim 2004 tarihli Avrupa Birliği Etki Değerlendirme Raporu ne diyor ? (1) Verili koşullar altındaki bir üyelikte, Türkiye’nin yaş meyve sebze, bakliyat, koyun eti ve fındık dışında rekabet etme şansı yok. (2) Olası bir üyelikte kısıtlamaların kalkması nedeniyle Topluluğun Türkiye’ye yapacağı tarımsal dışsatım artacak, buna karşılık tercihli ticaret avantajları sona erecek olan Türkiye’nin Topluluğa yapacağı tarımsal dışsatım azalacak ve bu bir şok etkisi yaratacaktır.

O halde bizler, tüm bu gerçekleri görerek, politikalarımızı ona göre yapılandırmalıyız. Kuşkusuz, iç pazarı korumaya yönelik önlemler, uzun vadede sürdürülebilir olmayacaktır. Türkiye, halen iç pazarını koruyabildiği ve daha az üretmeye odaklı Topluluk Tarım Müktesebatını üstlenmek için hazırlık yaptığı 10 yıllık dönemi çok iyi değerlendirmeli, ortalama maliyetleri azaltıcı, verimliliği yükseltici, rekabetçi bir tarım yapısını kurmalıdır.

Bu çerçevenin uygulanabilirliği doğru tarım politikaları, uygun bütçe büyüklükleri ve etkin tarımsal kamu yönetimi ile olanaklıdır. Bu bağlamda, Türkiye, önümüzdeki on yıllık dilimin her bir yılında 500 bin hektar alanı sulamaya açarak, dönem sonunda uygun alanlarda sulanmamış bir karış toprak bırakmamalıdır. Tarla içi geliştirme, arazi toplulaştırma hizmetlerini, buna koşut olarak yürütmelidir. DTÖ terminolojisinde altyapı yatırımlarının “yasak destekler” kapsamında olmadığını biliyoruz. Ancak gerekli yarırımlar için kaynak gerektiği açıktır. Ayrıca pazarlama altyapısının kurulması, örgütlenme açığının kapatılması, tarıma bilgi ve teknoloji transferinin yapılması, bitkisel ve hayvansal üretim materyalinin ülke içinden karşılanması gibi politika seçeneklerinin başarılabilmesi, tarım sektörüne yılda en az 10 milyar euro düzeyinde kaynak aktarımı ile olanaklıdır.

Oysa biliyoruz ki, çıkartılan Tarım Yasası, tarıma aktarılan kaynakların alt sınırını, GSMH’nın % 1’i olarak belirlemektedir. Bu çekingen alt sınır belirleme, sektördeki kaynak eksikliği sorununun, önümüzdeki dönemde de süreceğine işaret ediyor.

Değerli katılımcılar, bütçe, bir Hükümet’in hangi alanda ne yapmak istediğini açıkça ortaya koyan bir siyaset belgesidir. 58 ve 59 uncu Hükümet döneminde, bütçeden tarıma ayrılan kaynak miktarı, 2003 yılında 2.6, 2004 yılında 3 ve 2005 yılında 3.4 katrilyon TL düzeyinde olmuş, bütçenin % 1.8’i ila % 2.2’si arasında değişmiştir. Sözü edilen bütçe harcamalarının, hem doğrudan gelir desteği hem de girdi yardımlarında üretici hakedişleri ile eşzamanlı değil, izleyen yıllara sarkıtılarak yapıldığını da hepimiz biliyoruz.

Bu tabloya karşın, Sayın Başbakan, bütçe görüşmeleri sırasında, tarım sektörü ile ilgili bilgiler verirken, üzülerek belirtmek gerekir ki, birçok maddi hata yapmıştır. Örneğin, Türkiye’de ilk kez gübre yardımının bu dönemde yapıldığını söylemiştir. Oysa tüm tarımcılar bilmektedir ki, Türkiye’nin 1999 sonunda IMF ile imzalanan ve 2001 yılında Dünya Bankası ile imzalanan Anlaşmalar sonucunda ortaya konulan “sözde tarım reformu” programına kadar, tarımsal destekleme politikalarının en önemli unsuru gübre desteği idi.

Bir de izninizle, verildiği söylenilen gübre desteğinin niteliğine değinelim. Birincisi, örneğin bir dekar mısır üretimi için 40 milyon TL’lik gübre gideri söz konusu iken, yağ bitkilerinin dekarına ancak 3 milyon TL gübre desteği verilmektedir. Üstelik bu destek te, DGD sistemi içinde kayıtlı bulunan toplam üreticinin % 60’ı, toplam tarım alanının % 63’üne verilebilmektedir. Kısacası, Sayın Başbakan’ın, “Cumhuriyet tarihinde ilk” nitelemesi ile yanıldığı gübre desteğinin, destek kapsamı da hayli dar görünmektedir.

Tabi Sayın Başbakan’dan söz açılmışken, şu konunun da bir kez daha, sizlerin huzurunda altının çizilmesinde yarar görüyorum. Biliyorsunuz, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin Rektörü Sayın Yücel AŞKIN, meslektaşımız ve 5262 sicil no’su ile ODA’mıza kayıtlı bir üyemizdir. Sayın AŞKIN, hakkında ileri sürülen iddiaların soruşturulması sürecinde, olağan hukuk kurallarının oldukça zorlandığı bir uygulama ile karşı karşıya kalmış, kaçma – delilleri karartma – soruşturma sürecinde suçun artış eğilimi göstermesi gibi tutuklamayı gerektirir herhangi bir unsur olmamasına karşın, 76 gün süreyle tutuklu kalmıştır.

Ziraat Mühendisleri ODASI, tutuklamanın hemen akabinde, 20 Ekim 2005 günü yaptığı yazılı Basın açıklaması ile, “Rektör Aşkın’a Reva Görülen Mevcutluluk Muamelesi, Kamuoyu Vicdanını Derinden Yaralamıştır” demiş, AŞKIN’ın yanında olacağımızı kamuoyuna duyurmuştur.

Sayın Başbakan’ın, bu haklı vurgulamayı yapanlara karşı savcıları göreve çağırması, demokratik bir ülkede yaşanmaması gereken bir olumsuzluk olarak saptanmalıdır. Kuşkusuz Ziraat Mühendisleri ODASI’nın, adaleti etkileme gibi bir çalışma içinde olması beklenemez. Bununla birlikte ODA’mız, her koşulda, üyelerinin yanında olma konusundaki tavrını sürdürecek, bu konudaki baskılara göğüs gerecek bir kararlılık sergileyecektir. Bu bağlamda, huzurlarınızda, sayın AŞKIN’a içten selam ve saygılarımı iletiyor, “geçmiş olsun Hocam” diyorum.

Değerli katılımcılar, sözlerimin son bölümünde, ziraat mühendislerinin hak ve yetkileri alanına değinmek istiyorum.

Kamuda çalışan meslektaşlarımız için, çalışma alanlarının yok edilmesi ve/veya kısıtlanması, en önemli sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, tarım sektörünün kalkınmasında etkin bir tarımsal kamu yönetimi, temel gerekler arasındadır. 1984 reorganizasyonundan beri, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın sektörü yönetme gücünün giderek aşınmakta olduğu, 1989 yılından bu yana Bakanlığa “olağan yollardan“ ziraat mühendisi alınmadığı, yetki ve görevlerin iyi tanımlanmadığı ve diğer Bakanlık ile idari yapılara dağılmış olduğu, bu bağlamda da doğru bir yeniden yapılandırma stratejisine gereksinim duyulduğu konusunda ortak bir uzlaşı olduğu söylenilebilir.

Buna karşılık, yapılanların etkin bir yönetime doğru gidişi yansıtmadığı kanısında olduğumuzu, üzülerek ifade etmek isterim.

Tarımsal Araştırmalardan başlayalım. 2004 yılı içinde Afyon-Kocatepe Tarımsal Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü, Manisa Tavuk Hastalıkları ve Aşı Üretim Enstitüsü Müdürlüğü, Bursa İpekböcekçiliği Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü, Bodrum Su Ürünleri Araştırma Enstitüsü, Islahiye Bağcılık Araştırma Enstitüsü kapatılmıştır. Yine, 13 Üretme İstasyonu tümüyle kapatılmış, 17’si kiraya verilmiştir. Kuşkusuz, kapatma üzerine kurgulanan bir yapılandırmadan söz edilemez. Eğer bu enstitülerin araştırma ve üretme işlevlerinde bir aşınım ortaya çıkmış ise, bu kapatmaya bir meşruiyet temeli sağlamamalı, tam tersine altyapı-personel-kaynak eksikliklerini gidererek sorunu ortadan kaldırıcı bir yaklaşım izlenmelidir. Halen, Tarımsal Araştırmalar, taşra teşkilatı olacak mı olmayacak mı, yoksa tümüyle kapatılacak mı endişeleri içinde, çekingen bir bekleyiş sürecine sokulmuşlardır.

Tarımsal İşletmeler Genel Müdürlüğü’ne gelince; TİGEM’in Acıpayam, Çiçekdağı, Gelemen, İnanlı, Gökçeada, Ardahan, Hafik, Boztepe, Kazova ve Kahramanmaraş İşletmeleri kiraya verilmiştir. Dalaman ve Yalova İşletmeleri üzerindeki rant baskısı sonuç vermiş, birinci sınıf tarım arazileri amacı dışında kullanıma açılmıştır. Ülkenin sebze tohumunda hemen tümüyle dışa bağımlı olduğu, sertifikalı tohum gereksiniminin ancak % 25’inin karşılanabildiği, yıllık 25 bin damızlık gereksinimine karşın 2005 yılında hiç damızlık dağıtılamadığı bir süreçte, bitkisel ve hayvansal üretim materyali temin etme ile ödevlendirilmiş bir Kuruluşun işletmelerinin bu ödev ile bağdaşmayan bir şekilde 30 yıllığına kiraya verilmesinin de, bizim anlayışımıza göre, bir yapılandırma çalışması ile ilgisi olamaz.

Koruma ve Kontrol Genel Müdürlüğü, adeta birbirine zorla yapıştırılan görev bütünü içinde, iş yükü ve koordinasyon sorunları ile boğuşmaktadır. AB sürecinde yayımlanan İkinci Ulusal Program’da, Zirai Mücadele Genel Müdürlüğü ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü’nün kurulacağına yönelik taahhütlere karşın, bu iki Genel Müdürlüğün de yeniden kurulmasına yönelik bir çalışma bulunmamaktadır.

Bakanlığın Araştırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu kapatılmıştır. Böylelikle, son yıllarda yaşadığı aşınıma karşın Bakanlığın kurmay birimi niteliğini sürdüren bir yapı da ortadan kaldırılmıştır.

Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün kapatılması sürecinde, Ziraat Mühendisleri ODASI’nın, bu gökyüzü altında söylenmedik sözü kalmamıştır. Ancak üzülerek söylüyoruz ki, gelinen noktada toprak ve su kaynaklarımızın yönetilmesinde büyük bir boşluk ortaya çıkmış, Büyükşehir Belediyelerine devredilen bölge ve illerde toprak uzmanları asfalt şantiyelerine, İl Özel İdarelerine devredilen bölge ve illerde ise yine toprak uzmanı meslektaşlarımız uzmanlık alanları ile ilgisi olmayan alanlara görevlendirilmişlerdir.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı çalışanlarının maaşlarının, asgari geçim standartlarının alrına düşmesi ve neredeyse tüm Bakanlıklar arasında en az maaş düzeyinin Bakanlığımızda yaşanıyor olması da, bir başka üzücü durum olarak saptanmalıdır. Bu bağlamda, örneğin 1 inci derece 4 üncü kademe Şube Müdürü’nün net görev aylığı Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nda 1.488, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda 1.780, İçişleri Bakanlığı’nda 2.061 milyar TL iken, TKB’da yalnızca 997 milyon TL düzeyindedir. Yine, 1 inci derece 4 üncü kademe Büro Mühendisi’nin net görev aylığı Başbakanlık’ta 1.117, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nda 1.372 ve Sağlık Bakanlığı’nda 1.411 milyar TL iken, TKB’da yalnızca 979 milyon TL’dir. Bu adaletsiz ücret yapısının kabulü mümkün değildir. Bakanlık ve bağlı / ilgili kuruluşlarda çalışan Ziraat ve Su Ürünleri Mühendislerinin maaşlarında, gerekli düzenlemeler ivedilikle yapılmalıdır.

Bu düşük maaş düzeyi yanında, 2005 yılı bütçesine konulan bir ifade ile, döner sermaye elde edilmesini sağlayan personele, asgari ücretin yıllık brüt tutarının iki katını geçmemek üzere ödenen üretimi teşvik primi, asgari ücretin bir katını geçmemek üzere sınırlandırılmıştı.

Ancak Anayasa Mahkemesi’nin 29 Kasım 2005 tarhli kararı ile bu kısıtlama düzenlemesini iptal etmesi üzerine, eski uygulamaya dönüş yolu açılmış oldu, bunu da buradan ifade etmek isterim.

Bunun yanında, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile bağlı – ilgili Kamu İktisadi İşletmelerinde, bu boyutta hiç yaşanmayan bir haksız atama – terfi sistemi inatla sürdürülmektedir. İngilizce öğretmenleri ve hemşirelerin idari görevlere getirilmesi, 20 yıllık mühendisler dururken deneyimsiz kişilerin asaleten veya tedvir yolu ile Şube Müdürü – Daire Başkanı yapılması, artık olağan işler arasında sayılmaktadır. Görevden alınan Genel Müdür ve Genel Müdür Yardımcılarının idari yargı süreci sonucunda görevlerine dönmeleri, her Genel Müdürlükte aynı konum için birden çok yöneticinin bulunması sonucunu doğurmakta, bütün bu süreç kamu yönetiminde partizan tutumların kök salmasına ve kamu çalışanlarının motivasyonlarının kırılmasına neden olmaktadır. Nihai etki, kuşkusuz, kamu görevinde etkinlik kaybı olarak somutlaşmaktadır.

Tarım Danışmanları konusu, ziraat mühendisliği mesleğine ilişkin bir başka sancılı süreç olarak ortadadır. 2004 yılı başında uygulamaya konulan ve 800 dolayında ziraat mühendisinin çalıştırıldığı proje; “geçici şarta bağlı sözleşmelilik” statüsü içinde bağkur primini, gelir vergilerini kendileri ödeyen, bunun için muhasebeci tutan, köy katkı paylarını kendileri yatıran, yıllık izin hakkına dahi sahip olmayan, ulaşım – iletişim – barınma masrafları çıktığında maaşlarından ellerine 350 – 400 milyon TL kalan ziraat mühendisleri, bu yılın sonunda Proje tamamlandığında akıbetlerinin ne olacağını sormaktadırlar. Bakan Sami GÜÇLÜ dönemin de başlatılan, Sayın Başbakan’ın 18 Ocak 2005 tarihinde yaptığı Basın Toplantısı’nda 1000 ya da 2000 ilave danışman alacağını söylediği Proje, Bakan değişimi ile kader değişikliğine mi uğramıştır, Sayın Başbakan’ın açıklamasına uygun bir yeni işlendirme yapılacak mıdır, mevcutların sorunlarının çözümüne yönelik kalıcı adımlar atılacak mıdır, kamuoyu bu soruların yanıtlarını beklemektedir.

Bu arada, mesleğimizin hak ve yetkilerine yönelik olumsuz uygulamalar ve ODA’mızın buna karşı yürüttüğü hukuk mücadelesi süreci de devam ediyor. Suni Tohumlama ve Kanatlı Kesimhanelerinde çalışan zooteknist arkadaşlarımıza yönelik kısıtlama – yasaklama getiren hukuka aykırı Yönetmeliklere karşı açtığımız davalar karar aşamasına geldi. Ancak süreç bitecek gibi görünmüyor. Fırın ustalarına sorumlu yöneticilik yapma hakkı tanıyan, bilim ve meslek adamı çalışması ile halk sağlığı yönünden olumlu sonuçlar aramak yerine piyasanın isteklerine boyun eğen yaklaşım, görüş sorma gereği bile duymadan Yönetmelik yayımlamaya devam ediyor.

Bundan da vahimi, TBMM Tarım Orman ve Köyişleri Komisyonu’ndan geçen “Orman Mühendisliği Hakkında Yasa Tasarısı”, orman topraklarında ve orman içi-üstü-bitişiği alanlarda orman mühendislerini toprak tahlilinden mera ıslahına kadar yetkili kılıyor. Komisyonda aynen şunu ifade ettim: “Ben, Ziraat Mühendisleri ODASI Başkanı, Tarla Bitkileri bölümü mezunu ziraat mühendisi olarak toprak tahlili konusunda yetkili değilim, ancak siz tüm orman mühendisleirini bu alanda yetkili kılmaktan çekinmiyorsunuz. Ramazan bayramı sürecindeki çalışmalarla ortaya konulan yazılı görüşlerimiz, korkarım ki okuma zahmetine bile katlanılmadan değer görmedi ve Taslak Komisyon’dan geçti. Elbette, yine üzülerek söylemeliyim ki, ODA’mızın 12 sayfa gerekçeli görüş bildirdiği bir alanda, TRKB’nın, “bu konuda bir görüşümüz bulunmamaktadır” şeklinde görüş ifade etmesi de, bu sonucun ortaya çıkmasında etken olmuştur.

Değerli katılımcılar, sözlerime son verirken, bir önemli konunun altını çizmekte yarar görüyorum. ODA’mız, 2005 yılı içinde, 4 adet Yönetmeliğinin çalışmalarını tamamlayarak, Resmi Gazete’de yayımlanmalarını sağladı. Bunlar; Ziraat Mühendisleri ODASI Ana Yönetmeliği, Serbest Müşavirlik Mühendislik Hizmetleri ve Belgelendirme Yönetmeliği, Meslek İçi Eğitim, Uzmanlık ve Belgelendirme Yönetmeliği ve Tarım Alet ve Makineleri Projelendirme Yetki Belgesi Yönetmeliği...

Görülmektedir ki, ODA’mız, hem meslek hak ve çıkarlarını koruma hem de tarım sektörünün sosyo-ekonomik bütününe ilişkin kamusal denetleme yapma konusunda Ana Yönetmeliği’nin kendisine verdiği görevleri, eksiksiz yerine getirmeye çalışıyor.

Amacımız, tarım sektörünün kalkınma sürecine omuz verdiği bir süreçte, daha çok üreten, daha adil paylaşan, temel nitelikleriyle Cumhuriyet’in korunup geliştirildiği, Atatürk ilkelerine içtenlikle bağlı nesillerin yetişip refah içerisinde yaşadığı bir ülkeye, ziraat mühendisleri ODASI camiası olarak, kendi katkımızı koymaktır.

Hepinize saygılar sunuyorum...

Gökhan GÜNAYDIN
Ziraat Mühendisleri ODASI
Yönetim Kurulu Başkanı

Okunma Sayısı: 7442