TÜRKİYE TARIMI VE DEĞİŞME EĞİLİMLERİ

GENEL MERKEZ ( )
30.06.2008 (Son Güncelleme: 30.06.2008 18:38:11)

Gökhan GÜNAYDIN

TÜRKİYE TARIMI, GERÇEKLER / SAPTIRMACALAR

Tarım 1980‘lerden beri yaşadigi aşinmaya karşin, Türkiye için hem sektörel hem de sosyo-politik olarak büyük önem taşimaktadir.

Bir sektörünün ülke açısından önemi ya da başarısı, değerlendirmeye alınan kriterlere göre farklılıklar gösterir. Nitekim sözde tarım reformunun iç ve dış savunucuları, tarım sektörünü, ülke kaynaklarını yutan bir kara delik olarak nitelemektedirler. Nihai amaçları tarımı sektörel olarak çökertmek olan bu çevreler, argümanlarına temel dayanak olarak, tarıma ayrılan kamu kaynaklarının yüksekliğini ve buna karşın düşük verim-yüksek maliyet ikileminde yükselen üretim yapısını göstermektedirler.

Medya bombardımanı altında oluşan yaygın kanının aksine, Türkiye‘de tarıma ayrılan kaynaklar ülke için bir kara delik oluşturmaktan çok uzaktır. Ülkede son yıllarda tarım finansmanında kullanılan kaynak miktarı 12 milyar $ dolayında olup, bu miktar OECD ülkeleri ortalamasını ifade etmektedir. Ancak özellikle şu belirtilmelidir ki, bu miktarın 9 milyar $‘ı, yarısı tarım üreticilerinden oluşan tüketiciler tarafından ödenmekte, geriye kalan 3 milyar $ ise kamu bütçesinden ayrılmaktadır. IMF ile birlikte reformun yönlendiricilerinden olan Dünya Bankası, bu 3 milyar $‘ın 3 yıl içerisinde 1.4 milyar $‘a indirilmesi gerektiğini söylüyor. Sadece son altı ayda içi boşaltılan bankalar ve kıyı bankacılığı macerasına soyunanlar için ayrılan kamu kaynakları düşünüldüğünde, ileri sürülen iddianın ne denli gerçek dışı olduğu ortaya çıkıyor.

Verimlilik ve maliyet bağlantısı üzerine ortaya atılan savlarda da, aynı saptırmacanın izleri var. Gerçekten de, salt rakamlara dayanan bir karşılaştırma yapıldığında, ülkenin tarımsal verimliliği, gelişmiş ülkelerin oldukça gerisinde ve dünya ortalaması civarındadır. Bununla birlikte, doğru çözümlere ulaşabilmek, daha analitik değerlendirme süreçleri ile olanaklıdır. Örneğin tarımsal verimliliği ölçmede "kullanılan girdi - elde edilen çıktı" verileri baz alındığında, Türkiye tarımının verimliliği Avrupa‘dan geri değildir. Aynı sonuç, çıktı elde etmek için kullanılan tarımsal mekanizasyon, finans vb. etkenler için de geçerlidir. O halde, "tarım verimsizdir" nitelemesi, tanımlanmadan kullanıldığında bilimsel açıdan geçersizdir. Tanımlandığında başlayacak irdeleme süreci de, hangi alandan bakılırsa bakılsın, Türkiye tarımının kullanılamayan potansiyeline vurgu yapacaktır.

Türkiye‘de tarımsal üretim maliyetlerinin, yine ABD ve AB ile karşılaştırıldığında, daha yüksek olduğu doğrudur. Ancak bu yüksek maliyetlerde, üreticinin kullanmak zorunda olduğu girdilerin pahalılığı önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye üreticisi yıllardan beri mazotu, Türkiye Zirai Donatım Kurumu‘nun özelleştirilmesinden sonra gübreyi ve alet-ekipmanı, Devlet Üretme Çiftlikleri TİGEM‘lere dönüştürülüp içi boşaltıldığından beridir tohumu, gelişmiş ülkelerdeki meslektaşlarına göre çok daha pahalıya satın alıyor. Bu tablonun üzerine tarımdaki kamusal yatırım yetersizliği ve artık kronikleşmiş altyapı sorunları eklendiğinde, tarımsal üretimin maliyet değerlerinin yükselmesi kaçınılmaz oluyor.

Tüm saldırılara ve yirmi yılı aşkın süredir yaşadığı erozyona karşın tarım sektörü, Türkiye için oldukça yararlı sonuçlar ortaya koymaktadır. Bunlardan en önemlisi, ideolojisi ve ekonomik gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, dünyadaki tüm ülkeler için stratejik öneme sahip olan gıda güvenliğini, ülke için sağlamış olmasıdır. Ayrıca tarım, gayri safi milli hasılanın % 16‘sını oluşturmakta, dışsatımın % 11‘ine tarımsal ürünler konu olmaktadır. Sanayinin gereksinim duyduğu hammaddenin büyük bölümü, tarım sektörünce karşılanmaktadır. Bunlarla birlikte, tarımın salt teknik-sektörel analizlerle değil, en az onun kadar önemli olmak üzere sosyo-politik yönden de incelenmesini ve değerlendirilmesini gerektiren husus, tarımın istihdama olan katkısıdır. Türkiye‘de tarımın istihdamdaki payı, % 46‘lar düzeyindedir.

1980‘lerden beri tarımı aşındırmak yolunda devam eden süreç, son birkaç yıldır hız ve etkinlik kazanmıştır. Son yıllarda yukarıdaki verilerin tümü, gelişen ekonomilerde görülen normal değişimlerin ötesinde, tarım sektörü için bir geriye gidişi/çöküşü deyimler hale geldi. Bu değişim, ülkenin en yoksul kesimini oluşturan tarım üreticilerinin, köylülerin ve tüm tüketicilerin yaşam koşullarını daha da zorlaştırdı.

Dünyada esen neo-liberal politikaların Türkiye yansımaları tarımı sanayileşmeye bir engel olarak görmüş ve bu doğrultuda politikalar üretmiştir. Bugün tarımın içinde bulunduğu çöküntü ise, sektörel olarak yok edilecek bir üretim sürecinin yerinin tarımsal dışalım ile doldurulması esasına dayanan bir teslimiyetçi/işbirlikçi politik sürecin eseridir.

Saldırı altında olan yalnız tarım değil, ülkenin ekonomisi ve toplumsal yaşamıdır. Bu sürece dur demek, tüm yurtseverler için bir görevdir. Kamu yararına yönelik ulusal tarım politikalarını üretmenin temel koşulu ise, tarımın içinde bulunduğu iç ve dış kısıt ve olanakları doğru saptamaktır.

TÜRKİYE TARIMININ TEKNİK-EKONOMİK-SOSYOLOJİK AÇIDAN ÇOK ÖNEMLİ YAPISAL SORUNLARI VARDIR.

Son nüfus sayımı sonuçlarına göre, ülke nüfusunun yaklaşık % 40‘ı kırsal alanda yaşamaktadır. Nisan 1999 itibariyle Türkiye‘de 12 yaş üstü sivil istihdam 22.049.000 olup, tarımda istihdam edilenlerin sayısı 10,096.000 dir. Yani, sivil istihdamın % 46‘sı tarımda çalışmaktadır.

Ülke topraklarının yaklaşık 1/3‘ü olan 25 milyon hektar üzerinde tarım yapmaya elverişlidir. Bu alan büyüklüğü üzerinde, ülkedeki miras hukukundan ve ekonomik yapıdan kaynaklanan nedenlerle, çok fazla sayıda mülkiyet/tasarruf altında parçalı arazi bulunmaktadır. Bunlar literatürde "tarım işletmesi" olarak tanımlanmakla birlikte, rasyonel üretim yapmaktan uzak yapıları, feodalite ile ilkel kapitalizm sürecinin özelliklerini taşımaktadırlar.

1991 yılı tarım sayımı sonuçlarına göre, Türkiye‘de 4.091.000 "tarım işletmesi" bulunmaktadır. Bu sayı 1950‘de 2,5 milyon, 1980‘de 3,6 milyon idi. Değişim, parçalanma sürecinin artarak sürdüğüne işaret ediyor.

İşletme başına düşen ortalama arazi miktarı 56,1 dekardır. 500 dekardan büyük işletmelerin sayısal oranı % 1 iken, bu işletmeler toplam tarım arazisinin % 17‘sine sahiptirler. Buna karşın işletmelerin % 67‘si 50 dekardan daha küçük olup, bu işletmeler tarım topraklarının ancak % 22‘sini işletmektedirler. 20 dekardan küçük işletmeler ise tüm işletmelerin % 35‘ini oluşturmaktadır.

Yine bu kapsamda olmak üzere; 4.091.000 tarım işletmesinden 102.000‘inin hiç toprağı bulunmamaktadır. Bu durum özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi‘nde çok önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bölgede 362.000 tarım işletmesi olup, bu işletmelerin 29.000‘i topraksız, 21.000‘inin toprağı ise 5 dekardan azdır. Bir yanda topraksız ve 5 dekardan az toprağa sahip 50.000 ailenin toplam 48.000 dekar toprağı varken, diğer yandan 405 varlıklı ailenin toplam toprağı 3.152.000 dekardır. Bir başka ifade ile, yöredeki 6 aile 50.000 ailenin sahip olduğu kadar toprağa sahiptir. Bu durum, korkunç bir sosyal adaletsizliği ifade etmektedir. Ayrıca e topraksız köylünün, ne de bu denli uçsuz bucaksız toprağa sahip toprak ağalarının rasyonel tarımsal üretim yapabilmeleri olanaklı değildir.

Bu tabloya eklenen parçalı arazi varlığı, emek verimliliğini düşürmekte, tarımsal üretimde öncelikle finans olanakları olmak üzere, teknoloji ve girdi kullanımını sınırlandırmaktadır.

Tarım üreticisi, gerçek anlamda örgütsüzdür. Türkiye‘de 10095 adet tarımsal kooperatif ve bunların 4.8 milyon üyesi vardır. Sayısal kalabalığına karşın, kooperatifler gelişememiş/geliştirilmemiştir. Üretimden pazarlamaya kadar tüm Avrupa tarımına egemen olan kooperatif yapı, Türkiye‘de göstermeliktir. İşleme ve pazarlama alanında kooperatiflerin payının %5‘ler düzeyinde olması, süreci açıklıkla ortaya koymaktadır. Bir tarım lobisi oluşturması gereken Türkiye Ziraat Odaları Birliği ise, demokratiklikten uzak ve gelirleri yönünden Tarım Bakanlığı düzenlemelerine bağlı yapısı ile bu işlevini yerine getirmekten uzaktır.

TARIM ALANINDA KAMUSAL YATIRIM, PLANLAMA VE DENETİM YETERSİZDİR.

1980‘li yıllardan itibaren Türkiye‘de uygulanan neo-liberal politikalar, doğası gereği katma değeri düşük olan tarımı, kamusal yatırımın konuları arasından çıkartmıştır. 1963 yılından 1980 yılına kadar tarım sektörüne yapılan sabit sermaye yatırımları tüm sektörler içinde ortalama %10,5 oranında iken, 1980‘li yıllardan sonra hızla azalma eğilimine girmiş ve 1998 ve 1999 yılları için sırasıyla % 5.2 ve % 5.1 olarak gerçekleşmiştir.

Yatırım teşvik belgelerinin sektörel dağılımı, uygulamayı daha da netleştiriyor. 1993-1999 yılları ortalaması olarak, tarıma verilen yatırım teşvik belgelerinin tüm sektörler içindeki payı % 1,3‘ dür. Bu oran, aynı dönemde seramik sanayi için verilen teşvik belgesine eşittir. Veriler, tarıma yapılan kamusal yatırımın yok denecek miktarlara gerilediğini ortaya koyuyor.

Türkiye‘nin tarıma elverişli arazi varlığının yalnızca 1/3‘ü olan 8.5 milyon hektar arazisi ekonomik olarak sulanabilecek niteliktedir. 1999 yılı sonu itibariyle DSİ, KHGM ve halk sulamaları ile sulanan toplam alan 4,6 milyon ha. olup yaklaşık 4 milyon ha. alanın daha sulamaya açılması gerekiyor. Buna karşın yıllık programlara göre sulamaya açılabilen alan ortalama 100.000 ha. kadardır. Bu hızla gidilirse sulanması mümkün alanlara ancak 40 yıl sonra su getirilmiş olacaktır. Sulamada bir başka sorun GAP Bölgesi‘nde yaşanmaktadır. Bölgede sulamaya açılması planlanan 1.7 milyon hektarın ancak 300.000 hektarına su götürülebilmiş olup, bu alanlarda da drenaj tesisleri yapılmadığından hızlı bir tuzlaşma ve çoraklaşma süreci yaşanmaktadır.

Türkiye henüz toprak haritalarını çıkarabilmiş değildir. Bu çok önemli eksiklik, doğru arazi kullanım planlaması yapıp yaşama geçirmeyi olanaksız kılmaktadır.

Aynı şekilde, yöreler itibarıyla toprak tahlilleri yapılmamıştır. Tahlil yapılmadan gübre kullanımının doğru olması olanaksızdır.

Türkiye, kendi gereksinimi, dışsatım olanakları ve dışalım değerleri doğrultusunda geliştirilmiş bir tarımsal üretim planlaması yapamamıştır. Ekolojinin çok geniş bir üretim çeşitliliği olanağı sunduğu coğrafyada, çirkin politik tercihlerin dayattığı yanlış destekleme politikaları nedeniyle, bir tarafta gereksiz dışalım bedelleri ödenirken, diğer tarafta ürün politikalarını zora sokan stoklar yükselmektedir.

78 milyon hektar olan Türkiye yüzölçümünün 62 milyon hektar alanında erozyon sorunu vardır. Erozyon nedeniyle Türkiye her yıl 1,2 milyar ton verimli tarım toprağını yitirmektedir. Erozyon konusu, kamu yönetimince, kurucu ortaklarının önemli bir bölümü birinci sınıf tarım toprakları üzerinde, yargı kararlarına rağmen fabrika, üniversite vb. inşa etmiş olan bir vakfa -sözcüğün gerçek anlamı ile- ihale edilmiş durumdadır.

Türkiye‘de çok önemli toprak ve su kirlenmesi sorunu yaşanmaktadır. Bir yandan sanayi tesisleri, bir yandan konut alanları, diğer yandan da bilinçsiz tarım su ve toprakta önemli kirlenmelere neden olmaktadır. En önemli kirlilik kaynağı olan sanayi kaynaklı kirlenme, Ergene, Seyhan, Sakarya, Porsuk, Susurluk, Nilüfer ve daha bir çok akarsuyu, toprak, bitki, hayvan ve insan sağlığı için zehir kusan kaynaklar haline getirmiştir.

Tarım toprakları amaç dışı kullanılmaktadır: Türkiye dünyada toprak rezervi kalmayan 19 ülkeden biridir. Son yirmi yılda yalnızca yerleşim alanı elde etmek için tarım dışı bırakılan alan 450.000 ha.‘dır.

Ayrıca giderek yükselen üretim maliyetleri ve enflasyonun oldukça gerisinde kalan ürün fiyatları, tarım alanlarının boş bırakılma sürecini beraberinde getirmiştir. Yalnızca Sivas ilinde terk edilen ve ekilmeyen arazi miktarı 431.000 hektardır. Tüm ülkede bu miktarın 2.5 milyon hektarın üzerinde olduğu tahmin ediliyor.

GİRDİ KULLANIMINDA ÖNEMLİ SORUNLAR - EKSİKLİKLER VARDIR.

Tarımsal üretimin en önemli girdilerinden olan sulamaya ilişkin sorunlar yukarıda özetlenmişti.

Bir başka çok önemli girdi olan gübre üretimini piyasa ekonomisine entegre eden süreç gübre üretiminin istikrarını bozmuş ve giderek azalan bir üretim yapısı ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda olmak üzere, 1993 yılında 4.4 milyon ton gübre üretilirken, izleyen yıl üretim 1.3 milyon ton azalarak 3.1 milyon ton seviyelerinde gerçekleşmiştir. Tarım alanı ve üretim deseni -çok küçük oynamalar bir tarafa bırakılırsa - sabit olan bir ülkede, verime etki eden en önemli girdinin üretiminin bu derece değişebilmesinin, kamu yararı ile bağlantılı bir açıklamasını yapmak olanaklı değildir.

Türkiye‘de tarım desteklemelerinin önemli bir bölümü gübreye yapılmakla birlikte, bu destekten gerçekte yararlananlar, gübre üzerinde çeşitli oyunlar oynayan iç ve dış sermaye grupları ve onların işbirlikçileri olmaktadır. Kamunun önce dağıtım ve sonra üretim cephesinde boşalttığı alan, üretim/dışalım alternatiflerini konjonktüre bağlı olarak seçen ve temel amacı karını maksimize etmek olan kişi - kuruluşlarca doldurulmakta, bu tablonun hem kamu bütçesine ve hem de üretim safhasına olan yansımaları oldukça olumsuz olmaktadır. Gübre kullanımına ilişkin karşılaştırmalı veriler, çarpıklık ve yanlışlıkları tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor aslında: Türkiye‘de hektara ortalama gübre kullanım miktarı 83 kg. iken, aynı rakam Yunanistan‘da 170 kg., Almanya‘da 428 kg.dır.

Tarım ilacı alanında da benzer bir yetersizlik, ancak bununla birlikte çok önemli düzeylere ulaşan bir yanlış kullanım söz konusudur. Hektara etkili madde tüketimi ABD‘de 3.514 gram, Almanya‘da 2.346 gram iken, Türkiye‘de 600 gramın altındadır. Ancak Türkiye geneli için açık bir yetersizlik söz konusu iken, bu alanda faaliyet gösteren ve çoğu çokuluslu nitelikteki şirketler, elemanları vasıtası ile köyleri dolaşarak gereksinimin çok üzerinde ilaç kullanımına neden olmaktadırlar. Bugün Adana‘nın, asgari uygar yaşam koşullarından yoksun köylerinin köy meydanları-kahveleri, yabancı ilaç reklamları ile doludur. Benzer süreçler, sera üretimi yapan yörelerimizin tümünde yaşanmaktadır. İzin verilmiş dozlarının üzerindeki kullanımı insan sağlığı için son derecede olumsuz etkiler yapan hormonlar gelişigüzel pazarlanmakta, kullanımı teşvik edilmekte ve uygun dozlarının çok üzerinde olmak üzere kullanılmaktadır.

Tohumluk konusunda oluşan değişimler de, süreci çok net bir şekilde açıklayıcı niteliktedir. "Tarımda reform" yılları başlamadan önce, Türk tarımında bitkisel üretimin gereksininim duyduğu tohumları, Devlet Üretme Çiftlikleri üretir ve üreticiye dağıtır idi. Ancak daha sonra adı TİGEM‘lere dönüştürülen çiftlikler bu alandan çıkarıldı ve meydan çoğunluğu dışalımcı olan özel sektöre bırakıldı. Bu gelişme ilk sonuçlarını, yabancı orijinli ve intihar eden hibrit tohumların, çok kısa sürede ulusal piyasayı kapatması ile kendisini gösterdi.

8.Beş Yıllık Kalkınma Planı‘nın verilerine göre (md.1309), 1995 yılından 1999 yılına dek olan süreçte, tohumculukta özel sektörün payı arpada % 3.8‘den % 17‘ye, pamukta % 1.3‘tan % 13.5‘a, yem bitkilerinde % 11‘den % 41‘e artmıştır. Hibrit ayçiçeği ve patateste ise bu oran % 100‘dür. TİGEM‘leri tasfiye sürecinin bir parçası olan ve Türkiye‘de tohumculuğun tamamıyla yabancı tekellerin egemenliğine geçmesini açıklayan bu sürecin Plan‘da "bir gelişme" olarak sunulması, sürecin katettiği yola ilişkin çok açık bir göstergedir.

Hayvansal üretim materyali olan damızlık yetiştirilmesi ve dağıtılması, bilimsel metodlardan yoksun, siyasi ve ekonomik rant sağlama çabaları çerçevesinde gelişmekte, altyapısı kurulmadan dışalım yoluyla getirilen materyalin üretime hiçbir katkısı olamamaktadır.

IMF‘ye verilen niyet mektupları ile başlayan süreçte, çok kısa süre içerisinde Türkiye‘de tarımsal kredi kullanımı sıfırlanacaktır. Süreci yürüten kurumlardan Dünya Bankası‘nın bir heyetinin, 1997 yılındaki Türkiye "ziyareti" sonrasında hazırladığı raporda, tarım kesiminden gelecek olası muhalefetin kırılması için önerdiği yöntem çok ilginçtir; ‘Tıpkı Güney Amerika ülkelerinde yaptığımız gibi, Ziraat Bankası‘nı özelleştirin, hisselerinin bir bölümünü emeklilere ve çalışanlara satın, piyasa faizinin altındaki tarımsal kredi faizleri bu kesimlerin edineceği geliri sınırlayacak, böylece üretici çıkarları ile çalışan/emekli çıkarları çelişecek ve olası üretici muhalefeti bu kesimlerce karşılanacaktır...‘ Türkçe‘de bu yaklaşımı özetleyen deyimler vardır. Bu örnek aynı zamanda, küresel sömürünün araçları olan IMF ve Dünya Bankası‘nın, amaçlarına ulaşmada ne denli sınır ve kural tanımaz olduğunu da ortaya koymaktadır.

TÜRKİYE TARIM ALANINDA KENDİNE YETERLİ BİR ÜLKE OLMA KONUMUNU HIZLA YİTİRMEKTE, DIŞALIMCI BİR ÜLKE KONUMUNA GİRMEKTEDİR.

1963-1980 yılları arasında % 1,8 oranında olan tarımsal yıllık büyüme hızı ortalaması, 1981-1998 yılları arasında % 1,3‘e gerilemiş, 1999 yılında ise -4,6 olarak gerçekleşmiştir.

1991-1998 yıllarının üretim rakamlarına göre et, buğday, mısır, nohut, şeker pancarı ve soyada üretim azalmakta; mercimek, kuru fasulye, ayçiçeği, patates, süt, tatlı su ürünleri, baklagiller, şeftali, üzüm, incir ve portakalda görülen artış ise, yıllık % 1,5 olan nüfus artışının altında kalmaktadır. Yalnızca beyaz et, yumurta, deniz ürünleri, sebze üretiminde artışlar vardır.

Hayvansal üretim, tam anlamıyla bir çöküş süreci yaşamaktadır. 1980 yılında 15,8 milyon olan büyükbaş hayvan sayısı 1997‘de 11,1 milyona; 48,6 milyon olan küçükbaş hayvan sayısı 38,5 milyona düşmüştür. Üretimin tüketimi karşılama oranı et, tavuk ve balıkta % 39, yumurtada % 57, sütte % 61, katı ve sıvı yağda % 64 seviyelerindedir.

Uzun yıllar geleneksel bir tarım ürünleri dışsatımcısı ülke konumunda olan Türkiye, bu konumunu hızla yitirmektedir. Tarım ürünleri dışsatımının dışalımını karşılama oranı 1980 yılında % 531 iken, bu oran 1985‘te % 274‘e, 1990‘da % 120‘ye ve 1995‘te % 111‘e düşmüştür. 1996 yılında ise Cumhuriyet tarihinde ilk kez tarımsal ürün dışalımı, dışsatımından fazla olarak gerçekleşmiştir. Dışalım özellikle hayvansal ürünlerde, ette ve süt ürünlerinde yoğunlaşmaktadır.

Tarımın dışsatımdaki payı 1980 yılında % 57 iken, 1997‘de % 10,2‘ye; 1998‘de % 10,0‘a düşmüştür.

TÜRKİYE, NÜFUSUNU YETERLİ VE DENGELİ OLARAK BESLEYEMEMEKTEDİR.

8. Beş Yıllık Kalkınma Planı verilerine göre, "sağlıklı bir hayat sürdürebilmek için gerekli olan minimum gıda harcama düzeyine sahip bulunamama durumu" olarak tanımlanabilen mutlak yoksulluk oranı, 1994 itibariyle yaklaşık % 8‘dir. Mutlak yoksulluk oranı kırsal ve kentsel yerler için sırasıyla % 11.8 ve % 4.6‘dır. Gıda ve diğer tüketim ihtiyaçlarını bir bütün olarak dikkate alan temel gereksinimler yaklaşımına göre yoksulluk riski altında bulunan nüfusun oranı % 24 civarındadır.

Türkiye‘de kişi başına yıllık et tüketimi 27 kg; süt ve süt ürünleri tüketimi 160 kg dolayındadır. Oysa ki Avrupa Birliği Ülkeleri için bu miktarlar ette 87 kg, sütte 350 kg.dır.

Demir biyoyararlılığı en yüksek gıda olan et tüketiminin yetersizliği, özellikle çocuklarda ve kadınlarda, demir noksanlığından ileri gelen aneminin görülmesine neden olmaktadır.

Süt tüketimindeki yetersizlikler ise, sütün içeriğindeki D vitaminini alamayan çocuklarımızın % 20‘sinde raşitizmin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

TARIMDA KAMU ÖRGÜTLENMESİ DAĞITILMIŞTIR, YAPI "YÖNETİŞİM" OLGUSU DOĞRULTUSUNDA BİÇİMLENDİRİLMEKTEDİR.

Türkiye‘de tarım alanındaki kamu örgütlenmesi ile ilgili temel değişim yılı olarak 1984 tarihlenmelidir. Bu tarihe değin tarım alanı ile ilgili kamusal düzenlemelerin baş aktörü olan Tarım Bakanlığı‘nın teşkilat yapısına yapılan radikal müdahale, Bakanlığın bugün içinde bulunduğu yönetim zaafiyetine zemin hazırlamıştır.

Tarımdaki kamu örgütlenmesine ilişkin 1984 ve izleyen tarihli değişikliklerin, aralarında ardıllık ilişkisi bulunan üç temel amaca yönelik olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi, kamu yönetiminin organizasyon yapısını bozarak alandaki etkinliğini azaltmak ve kamuoyunda tarımsal kamu yönetiminin "beceriksiz-etkisiz" olduğu izleniminin doğmasını sağlamaktır. 1984 reorganizasyonu bu aşamanın başlangıcıdır.

İkinci aşamada Tarım Yönetimi‘nin yetkileri geleneksel kamu örgütlenmesi içerisinde dağıtılarak görev-yetki çatışmaları elde edilecek ve üçüncü aşamada ise, bu çatışmaları önlemek bahanesi ile içi boşaltılmış kamu yönetiminin yetkileri "yönetişim" ilkeleri doğrultusunda tırpanlanacak, alan tamamen sahipsiz bırakılarak iç ve dış sömürüye açılacaktır.

Bu çerçevede, ilk aşamada Tarım Bakanlığının 1984 tarihli reorganizasyonuyla, Bakanlığın hemen tüm kurmay birimleri hedef seçilerek yapıları dağıtılmıştır. Bu kapsamda; Bakanlığın Ziraat İşleri, Zirai Mücadele, Hayvancılığı Geliştirme, Gıda işleri, Veteriner İşleri, Su Ürünleri Genel Müdürlükleri kaldırılmıştır. Ziraat Mühendisliği mesleğinin en önemli uygulama birimi olan ve ülkede tarım alanında yapılan tüm önemli işlerin altında imzası olan Toprak-Su Genel Müdürlüğü de kaldırılarak, Yol-Su-Elektrik Genel Müdürlüğü ile birleştirilmiştir.

Tarımda etkin kamu yönetimini kırmaya yönelik bu yeni yapılanmanın etkileri alanda derhal kendisini göstermiş, içi boşaltılan Tarım Bakanlığı "kapatılsa çiftçi tarafından fark edilmeyecek" bir yapıya dönüştürülmüştür. Bakanlıkta yıllardır sürdürülen partizan uygulamaların bilime ve yetişmiş insan gücünün çalışmasına olanak tanımayan yapısı da, bu etkinlik kaybının sorumluları arasındadır.

Bu süreçte yer tutan ikinci aşamada, Tarım Bakanlığı‘nın yönetim gücündeki erozyona paralel olarak, Türkiye‘deki kamu örgütlenmesinin diğer birimleri de tarım yönetiminde söz sahibi olmuşlar, görevler ve yetkiler çeşitli kuruluşlar arasında dağıtılmıştır. Bu dağıtımda yeterince net belirlenemeyen görevler yetki çatışmasını da beraberinde getirmiş, bu yapının üzerine eklenen eşgüdüm yetersizliği ise tarım yönetiminin etkisizliğini ve tarımın sahipsizliğini perçinlemiştir.

2000‘li yıllara kadar, tarım politikası kararlarının oluşturulmasına ilişkin süreçte yer alan geleneksel kamu örgütleri ve kurullar arasında Bakanlar Kurulu, Yüksek Planlama Kurulu, Para, Kredi ve Koordinasyon Kurulu, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Devlet Bakanlıkları, Devlet Planlama Teşkilatı, Hazine Müsteşarlığı, Dış Ticaret Müsteşarlığı, Ziraat Bankası.. gösterilebilir.

Üçüncü aşama, "yönetişim" ilkesinin tarım alanındaki izleri sürülerek somutlanabilir.
Artık tarım yönetimi kurullar eli ile yönetilecektir. Kurullar oluşturulurken, yıllardır aşındırılan yapı ve organizasyonun gerekçe olarak gösterilmesi
(kurumsal düzenlemeleri organize etmek,.., uluslararası anlaşmalardan doğan yükümlülükleri yerine getirebilmek,..., tarım politikalarını tek elden ve etkin bir şekilde yürütmek), Türkiye‘de olup bitenlere tanıklık edebilenler için hiç te sürpriz değildir.

Tarım alanını yönetmek üzere iki adet kurul oluşturulmuştur. Bunlar Tarımda Yeniden Yapılandırma ve Destekleme Kurulu ile Tarımsal Destekleme ve Yönlendirme Kurulu‘dur. Kamu, özel sektör ve sivil toplum kuruluşu temsilcilerinden oluşan kurullardan birincisinin görevleri;
"Tarım sektöründe, sürdürülebilirlik ilkeleri çerçevesinde üretimi artırmak, tarım ile sanayi arasındaki bütünleşme ve uyumu gerçekleştirmek, tarımsal ihracatı artırmak, kurumsal düzenlemeleri organize etmek, uluslararası anlaşmalardan doğan yükümlülükleri yerine getirebilmek, tarım ürünlerinin piyasa düzenlerini oluşturmak, tarım politikalarını tek elden ve etkin bir şekilde yürütmek"
olarak sayılmıştır.

"Tarım Hizmetlerinin Düzenlenmesi Hakkında Yasa Tasarısı"nda, İkinci Kurul‘un görevleri ise,
"kısa ve uzun vadeli tarımsal üretim politikalarını, tarımsal iç ve dış ticaret politikalarını ve ilkelerini belirlemek, tarımsal destekleme kuruluşlarının görevlerini belirlemek, üretimin yönlendirilmesi ile ilgili kararlar almak, ürün borsalarının kurulmalarını desteklemek, tarımsal ürün sigortacılığına ilişkin belirlemeler yapmak, koordinasyonu sağlamak ve bu görevlerin yürütülmesi amacıyla kurulan ‘Tarımsal Destekleme ve Yönlendirme Fonu‘nun işleyişini sağlamak."
olarak sayılmaktadır.

Bu düzenlemeler ile Tarım ve Köyişleri Bakanlığı‘nın tarım politikalarındaki rolünün sınırlanışı, yasal bir çerçeve altına alınmıştır. Elbette amaçlanan, anahtar oyuncuları değiştirmek suretiyle oyunun kurallarını değiştirmektir.

TARIM POLİTİKALARININ BELİRLENMESİNDE, İÇSEL ETKENLER ÖNEMİNİ YİTİRMİŞTİR. SÜREÇ, DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ‘NCE YÖNLENDİRİLMEKTEDİR.

Tarım politikalarını biçimlendiren içsel etkenler tarım ürünlerinin fiyatları, üretici gelirleri, tüketicilerin ödedikleri gıda fiyatları düzeyi, kamu bütçesinden tarıma ayrılan kaynaklar ve tarımın gayri safi milli hasılaya olan katkısıdır.

Ulusal tarım politikaları biçimlenirken, yukarıda sayılan çeşitli etmenlerin değişiminden çıkarları değişen kesimler, süreci kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek için mücadele ederler. Farklı olmakla birlikte tümü ulusal çıkarları temsil eden tarafların mücadelesinin sonuçları, tarım politikalarını belirler.

Ancak şu açıktır ki, içsel etkenler Türkiye‘de tarım politikalarını belirleme güçlerini yitirmişlerdir. Artık azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin asıl aktörlerin yanında figüran olarak rol aldıkları uzun pazarlıklar sonucunda belirlenen uluslarüstü tarım politikaları, ulusal tarım politikalarının çerçevesini çizmektedir. Bu doğrultuda, çok farklı sorunlara sahip olan ve doğal olarak bunlara yönelik çözümler üretmesi gereken ulusal tarım politikaları, Atlantik‘in her iki yakasındaki (ABD ve AB) aşkın tarımsal üretim kapasitesi ve bunun pazarlanma sorunlarına odaklandırılmaktadır.
Bu genel düzlem içerisinde, Türkiye ulusal tarım politikası üzerindeki en önemli sınırlayıcılar Avrupa Birliği AB ile yapılan Gümrük Birliği Anlaşması ve Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) Uruguay Turu sonuçlarıdır.

Bugün Türkiye tarımının AB ve ABD tarım politikaları ile aynı araçları kullanması gerektiği, yoğun olarak savunulmaktadır. Ancak düz bir mantık yürütme ile dahi, bu savın geçersizliği ortaya çıkmaktadır:
ortak çözümler ancak benzer problemlere uygulandığında başarılı sonuçlar verebilir. Farklı problemler farklı çözümlere ve dolayısıyla farklı çözüm yollarına gereksinim gösterir.

Günümüzde hem AB hem de ABD tarımları, tarımsal altyapı ve üretim sorunları bulunmayan, nüfuslarının % 5‘ler düzeyinin tarım alanında istihdam edildiği, kırsal gelir eksikliği sorunu bulunmayan ülkeler/ülke gruplarıdır. Çözüm aradıkları ana sorunları ise, aşkın tarımsal üretim kapasitelerini pazarlayacak pazarları genişletmek ve yeni pazarlar bulmaktır. Bu hedef aynı zamanda, bu iki ana aktörce biçimlendirilen uluslarüstü tarım politikalarının da ana çerçevesini oluşturmaktadır. Bu bağlamda, küresel düzenin dayattığı "yeni" tarımsal politikaların, aralarında Türkiye‘nin de bulunduğu azgelişmiş/ gelişmekte olan ülkeler için uygun çözümler getirmediği açıktır.

Avrupa Birliği ve Tarım

Avrupa Birliği Ortak Tarım Politikası (OTP)‘nın doğumunun tarihlendiği 1960‘lı yıllarda Topluluğun içinde bulunduğu tarımsal koşullar özetlenirken, tarımdaki işletme sayısının çokluğundan ileri gelen parçalılığın tarımda teknoloji kullanımına izin vermediği, bu yapının verim düşüklüğünü sonuçladığı, üretimde arzu edilen artışların kaydedilemediği ve Topluluğun birçok üründe kendine yeterli olamadığı, bu tabloya eklenen yüksek tarımsal nüfusun, üretici gelirlerinin diğer sosyal sınıflara göre çok daha düşük olmasına neden olduğunun altı çizilir. Gerçekten de oluşturulan Ortak Tarım Politikası‘nın ilke ve amaçları da, bu sorunların çözümüne yönelik olarak oluşturulmuştur.

1960‘lı yıllarda Avrupa Topluluğu‘nun tarımsal yapısının/sorunlarının, günümüz Türkiye‘si ile neredeyse birebir eş olması gerçekten ilgi çekicidir. Bu sorunları aşmak için Topluluk, bütçesinin yarısını tarıma ayırarak, her türlü destekleme enstrümanını cömertçe kullanarak, kendi ürünlerine öncelik verip dışarıya karşı kendi üreticisini koruyarak, tam anlamıyla bir tarımsal-kırsal kalkınma seferberliği yaratmıştır.

OTP uygulamalarının başlamasıyla, sözü edilen konuların tümünde hızlı iyileşmeler kaydedilmiştir. Tarımsal yapıdaki iyileşme doğal olarak verim ve üretim artışlarını da beraberinde getirmiştir. Kaydedilen verim ve üretim artışları, topluluğun birkaç ürün çeşidi hariç hemen tüm ürünlerde kendine yeterli duruma gelmesine neden olmuştur.

Üretimi artırmak için izlenen politikaların yıldan yıla artan maliyetlerinin yanında, iç piyasada tüketilemeyen ürünlerin müdahale ajanslarınca stoklanmasından sonra dışsatım primi ödenerek ihraç edilme zorunluluğu, bütçe üzerindeki yükleri tahammül edilemez derecelere yükseltmiştir. Aynı zamanda başta ABD olmak üzere dışsatımcı ülkelerle dış pazarları paylaşmak için verilen sübvansiyonlar savaşı da, AB‘nin tarım kaynaklı başat sorunları haline gelmiştir. Doğal olarak AB, bu sorunların çözümüne yönelik politika enstrümanları geliştirmekte ve uygulamaktadır.

AB ile yapılan Gümrük Birliği Anlaşması,
31.12.1995 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Gümrük birliği en dar tanımıyla taraflar arasında gümrük vergileri ve miktar kısıtlamaları ile bunlara eş etkili tedbirlerin kaldırılması ve üçüncü ülkelerden yapılacak dışalımda ortak bir gümrük tarifesi uygulanması anlamını taşımaktadır.

AB ile Türkiye arasında yapılan GB Anlaşmasında esasen temel tarım ürünleri kapsam dışında bırakılırken, bünyesinde şeker, hububat, süt bulunduran işlenmiş tarım ürünleri (çikolata, şekerleme, çocuk mamaları, bisküvi, pasta, makarna, dondurma gibi) Anlaşma kapsamına dahil edilmiştir. Bu üç ürün grubu, AB‘nin kendine yeterlilik oranının en fazla aşıldığı ve bu nedenle FEOGA fonlarının % 40‘ından fazlasının ayrıldığı ürünlerden oluşmaktadır. Böylelikle AB‘nin üretim ve rekabet üstünlüğüne ve net fazlaya sahip olduğu ürünleri GB‘ne sokularak, 60 milyonluk bir pazardan yararlanma amaçlanmıştır. Buna karşılık Türkiye‘nin doğal koşullarının kendisine belli bir üstünlük sağladığı başta domates-salça konservesi olmak üzere meyve-sebze-su konserveleri kapsam dışında bırakılmıştır. Bu kapsam belirleme, bir zamanların ünlü "onlar ortak biz pazar" sloganını anımsatacak derecede çarpıcıdır.

Türkiye‘nin çıkarlarına açıkça aykırı olan bu kapsam belirleme, beklenen etkilerini göstermekte gecikmemiştir. 1994-95 yılları ile bu yılların ortalamasının, GB‘nin uygulamaya konulduğu ilk yıl olan 1996 yılı Türkiye tarımsal ürünler dışalım ve dışsatım rakamları ile karşılaştırılması göstermektedir ki; dönem içerisinde 01-24 fasıllar arasında yer alan ürünlerde AB‘den yapılan dışalım % 39 oranında artarken, AB‘ne yapılan dışsatım % 2 oranında azalmıştır.

Türkiye‘nin dış ticaretinin dışalım ve dışsatımının yarısına yakın bir bölümü AB ile gerçekleştirilmektedir. GB uygulamasının başlaması, AB-Türkiye dış ticaret dengelerinin de hızla Türkiye aleyhine bozulmasına neden olmuştur. Uygulamanın başladığı ilk yılda Türkiye‘nin AB‘den yaptığı dışalım % 33 oranında artarken, AB‘ye olan dışsatımda önemli bir değişiklik gözlenmemiştir. Bu gelişmenin sürekli bir durum kazanması, Türkiye‘nin zaten önemli açıkları bulunan dış ticaretinde tablonun giderek kötüleşmesine neden olacaktır.

GATT (ya da ABD) ve Tarım

GATT‘ın temel amacı, Dünya ticaretinin serbestleştirilmesidir. Bretton Woods Konferansı‘ndan sonra kurulan Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi, o da, İkinci Dünya Savaşı‘ndan büyük güç ve prestij kazanmış olarak çıkan ABD‘nin öncülüğündeki uluslararası sistemin, Dünya Düzeni ile ilgili olarak saptadığı sorunların çözümüne yönelik olarak kurulmuştur. Bu kuruluşlar arasında GATT‘a yüklenen misyon ise, Dünya ticaretinde liberalizasyonu sağlamaktır.

GATT temelde sanayi malları ticaretine konan engellerin kaldırılmasına yönelik bir anlaşmadır. Bu nedenle tarım, tekstil ve giyim ile hizmet sektörleri, başlangıçta GATT kapsamı dışında tutulmuştur.

Tarımın GATT‘ın öngördüğü ticaretin serbestleştirilmesi kapsamının dışında kalması, ABD‘nin 1955 Yılı‘nda GATT‘a bir istisna hükmünü geçici olmak kaydıyla koydurmasıyla ortaya çıkmıştır. Sözkonusu hükümle, ABD kendi üreticilerini dış rekabetten korumak için süt dışalımına uygulamakta olduğu kotayı kaldırmayı reddetmiştir.
Bu istisna, izleyen yıllarda yaygınlaşmıştır. Bu gelişmeler doğrultusunda tarım birçok ülkede karmaşık yöntemlerle teşvik edilmiş ve korunmuştur. OTP ile AB, ABD karşısında tarım ürünleri ticaretindeki payını sürekli olarak artırmaya başlayınca, ABD GATT‘ı kullanarak tarım ürünleri ticaretinde de liberalizasyonun sağlanmasını savunmaya başlamış, Uruguay Raund ile de bunu başarmıştır.

GATT çerçevesinde yapılan sekizinci çok taraflı ticaret görüşmesi olan ve tarım ticaretinde liberalizasyonu amaçlayan Uruguay Raund, 1986 yılında başlamış, yaşanan çetin pazarlıklar nedeniyle de ancak 1993 yılında sonuçlandırılabilmiştir. Uruguay Raund Sonuç Anlaşması şu dört alanın düzenlenmesi amacıyla çeşitli hükümler içermektedir; pazara giriş, dışsatım yardımları, iç destekler ve sağlık-bitki sağlığı önlemleri.

Pazara giriş hükmü ile , korunan pazarlara girişi artırmak amaçlanmakta, bu çerçevede mevcut tarife dışı sınır önlemlerinin tarife eşdeğerlerine çevrilmesi öngörülmektedir. Ayrıca gümrük tarifeleri indirgenecek, belirli koşullarda bir minimum giriş olanağı tanınacaktır. Pazara giriş tarımsal koşulu altında hükme bağlanan asgari giriş, Türkiye için, Uruguay Round öncesi yaptığı dışalımı artıracak bir etki yapmayacaktır. Ancak aynı madde, bazı gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin zorunlu dışalım yapmalarına neden olacaktır.

Dışsatım yardımları hükmü,
dışsatım sübvansiyonlarının değer ve sübvansiyona konu ürün miktarı bakımından kısılmasını öngörmektedir. Dışsatım sübvansiyonlarının değer olarak azaltılması, bugüne dek dışsatımı sübvansiyona en çok konu olmuş tahıl, şeker, et, süt gibi ürünlerin fiyatlarının artmasına neden olacaktır. Bu, net tarım ürünü dışalımcısı GOÜ‘ler için dışalıma yöneltilen kaynakların artmasına neden olacaktır. Bu süreç, özellikle et ve süt ürünlerinde dışalımcı konumda olan Türkiye için de, olumsuz sonuçlar üretebilecektir.

İç destek hükmü ,
iç destekleri ticarete zarar veren ve vermeyenler olarak klasifiye etmiş ve ticarete zarar verici bulduğu fiyat destekleri, pazarlama kredileri, alan bazında yapılan ödemeler, canlı hayvan sayısına bağlı ödemeler, girdi (tohum, gübre, sulama vb.) yardımlarının indirgenmesini öngörmüştür. İç destek harcamalarına ayırdığı kaynak tarımsal üretim değerinin % 10‘unun altında kalması nedeniyle Türkiye "de minimis" sınırları içinde kalmış ve Uruguay Turu kapsamında iç destekler konusunda herhangi bir taahhüt altına girmemiştir.

Sağlık ve bitki sağlığı hükmü ise,
bu alandaki düzenlemelerin gizli ticaret engeli olarak kullanılmasını engellemeye yöneliktir.

Görüldüğü gibi GATT Uruguay Turu sonuçları, AB ve ABD‘nin dışsatım olanaklarını artırma amaçlarına hizmet etmektedir. AB ve ABD‘de tarımsal politika hedeflerinin değişmesi, doğal olarak tarım politikalarının da değişmesine neden olmuştur. Artık AB ve ABD için tarımsal politika hedefi arz istikrarını sağlarken aynı zamanda yükselen ürün stoklarını eritmek ve üretici gelirlerinin düşmemesini sağlamaktır. Tarımın doğasından kaynaklanan arz istikrarsızlığı, bu ülkelerde yüksek depolama kapasiteleri ile çözülmüştür. Aşkın üretim kapasitesini geri çekerken oluşabilecek üretici kayıpları, üreticilere yapılan doğrudan yardımlarla kapatılmaktadır. Dışsatım zorunluluklarına çözüm ise, Dünya tarımsal ticaretinin olabildiğince liberalize edilmesi ile girilebilen pazarları artırmaktır. Genel anlamda GATT‘ın bu temel eğilimlere yönelik çözümler ürettiğini söylemek yanlış olmaz.

IMF NİYET MEKTUBU

Öncelikle şu söylenmelidir ki, "tarım reformu" olarak topluma sunulan çökertme senaryosu, uluslararası taahhütlerinden bağımsızdır, tam anlamıyla bir dayatma/teslim olma sürecini yansıtmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, imza konulan uluslarüstü anlaşmalar, Türkiye tarımının gelecekteki çerçevesini çizmekte ve bu yönü ile oldukça büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Ancak buna rağmen, ülke tarımının bugününe ilişkin bir belirleme yapma iddiası taşımamaktadır, böyle bir içeriğe sahip değildir.

Yukarıda genel olarak çerçevesi çizilen süreç içerisinde sürekli kan kaybederek 1999 yılı sonlarına dek gelen Türkiye tarımı, 1999 yılı sonunda IMF‘ye verilen Niyet Mektubu ile çok ağır bir darbe yemiştir.

Türk Çiftçisi 1999 yılını çok önemli kayıplarla kapadı. Geçtiğimiz yıl Türkiye genelinde toptan eşya fiyatları % 62,9 Tüketici fiyatları ise % 68,8 oranında arttı. Sanayi ürünlerinde fiyat artışları % 76,7 olurken tarım ürünlerindeki artış yalnızca % 30 düzeyinde kaldı. Bütün bu göstergeler iç ticaret hadlerinin tarım aleyhine geliştiğini gösterdi.

Türk Çiftçisi ve tarımının içinde bulunduğu böylesine olumsuz bir ortamda, IMF‘ye bir Niyet Mektubu verilmiş ve mektubun 40-41. maddelerinde tarımla ilgili taahhütlerde bulunulmuştur.

Niyet Mektubunun 40. ve 41. maddelerinde belirtilen tarımla ilgili taahhütler, gerek hazırlanış mantığı, gerekse sorunları saptama ve bunlara uygun çözümler yaratma konusunda çok önemli eksiklik ve yanlışlıklar içermektedir.
Ekonomik olarak çok önemli bir sektörü, sosyal olarak ta ülke nüfusunun yaklaşık yarısını doğrudan, diğer yarısını da dolaylı olarak etkileyen ve reform adı altında sunulan bu çok önemli politika değişimleri konusunda toplumun ve de özellikle tarım kesiminin bilgili ve hazırlıklı olması gerekmektedir.

Niyet mektubu antidemokratik bir şekilde hazırlanmıştır ve planlananların bir tarım reformu ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Niyet mektubu taahhütleriyle tarım politikalarını tarım sektörü açısından daha doğru bir şekilde yeniden biçimlendirmek gibi bir yaklaşım esas alınmamış; genel bir hazineci mantığı ile tarıma ayrılan kamu kaynaklarının planlı ve radikal bir şekilde kısılması amaçlanmıştır. Bir tarım reformunun, sektördeki üretici, kooperatif ve üretici birlikleri, sendikalar, Ziraat Odaları, Ziraat Mühendisleri Odası, tarıma dayalı sanayi alanında işleyici, dışsatımcı, Tarım Bakanlığı yetkilileri ve diğer ilgililerin katılımı, tartışması ve yönlendirmesi sonucunda oluşturulması gerekirdi. Sözkonusu niyet mektubu taahhütleri bütün bu sektör aktörlerinin hiçbirine danışılmadan, Ekonomi Yönetimi‘nce oluşturulmuştur; bu anlamda antidemokratik bir yaklaşımın sonucudur ve yalnızca tarım sektörü açısından değil, genel ekonomi açısından da çok önemli yanlışlıklar içermektedir.

Niyet mektubunda mevcut destekleme sistemi yerine "Doğrudan Gelir Desteği Sistemi" taahhüt edilmektedir.
Niyet mektubunda kamu bütçesine önemli yükler getirdiği, pazar sinyallerini bozduğu, küçük çiftçilere ulaşmadığı şeklinde eleştirilen mevcut destekleme sisteminin alternatifi olarak "Doğrudan Gelir Desteği Sistemi" gösterilmektedir. Öncelikle şu söylenmelidir ki, salt doğrudan gelir desteği sistemi, tarımla ilgili tüm altyapı sorunlarını çözmüş ABD‘de bile, 1996 yılından itibaren "Esnek Üretim Sözleşmeleri" adı altında uygulanmaya başlanmıştır. AB ise ürün fiyat desteği uygulamasına devam etmekte; bununla birlikte 1992 reformu ile belli bir program dahilinde iç tarımsal ürün fiyatlarını Dünya fiyatları düzeyine çekmesi nedeniyle oluşan üretici kayıplarını "Telafi Edici Ödemeler" ile karşılamaktadır.

Doğrudan Gelir Desteği (DGD) bir tarımsal destek değil, sosyal nitelikli ve giderek azaltılan bir destek biçimidir.
Sektörel anlamda tarımsal sorunlarını çözmüş ve gerekli altyapıya sahip ülkelerde uygulanmasının da hiçbir yanlış tarafı yoktur. Tarımın geliştirilmesi bir amaç olmaktan çıkmış, hatta tam tersine gereksiniminin çok üzerindeki üretimin kısılması hedeflenen bu gibi ülkelerde, tarım kesiminin gelirinin korunması temel bir yaklaşım olarak öne çıkmaktadır. DGD‘de tam bu amaca uygun bir politika aracıdır. Buna karşılık Türk tarımının içinde bulunduğu ve yukarıda açıklanan yapı, desteğin doğrudan ödemeler şekline dönüştürülmesine uygun değildir. Öncelikli olarak, tarımsal altyapı sorunlarının çözülmesi gerekmektedir.

Oysa Niyet mektubu taahhütleri, tarım sektörünün ivedi sorunlarının saptanması ve uygun önlemler alınması konusunda bir teşhis yanlışlığı içerisindedir.
Niyet mektubu mantığı, açıkça, tarımı bir sektör olarak görmemektedir. Böylesine yapısal sorunları bulunan bir sektörde işe bu sorunları çözmek için politikalar geliştirmek ile başlanması gerekirken; mali kaygılarla hazırlanan Niyet Mektubunda tarım desteğinin kaldırılarak yerine bir anlamda yoksulluk desteğinin ikame edilmesi taahhüt edilmektedir. Oysa bir dönem benzer sorunlara sahip olduğumuz tüm ileri ülkeler, işe yapısal politikalardan başlamışlardır.

Niyet mektubunda doğrudan gelir desteği sistemine geçiş amacıyla bir pilot çalışma başlatılması öngörülmüştür.
Buna göre ‘söz konusu proje, Polatlı (Ankara), Serik-Manavgat (Antalya), Merkez-Kahta (Adıyaman), Akçaabat-Sürmene (Trabzon) ilçelerinde Tarımda Yeniden Yapılandırma ve Destekleme Kurulu (TYYDK) tarafından saptanacak pilot bölgelerde uygulanacaktır. Hedef çiftçinin tanımı ile ödeme tutarları, Hedef Çiftçilere Pilot Bölgelerde Doğrudan Gelir Desteği Yapılması ve Kayıt Sisteminin Oluşturulmasına İlişkin Uygulama Tebliği - Tebliğ No: 2000/14 esasları doğrultusunda yönlendirilecektir.

Bu tebliğ uyarınca; pilot bölgelerde çiftçi başına ödenecek en fazla miktar, 199 dekar * 5 $ = 995 $, başka bir deyişle 600milyon TL civarında bir tutar olacaktır. Henüz girdi-çıktı piyasaları ve diğer pazarlama kanalları sağlıklı olarak işlemeyen Türkiye‘de çiftçi başına bu yıl için ödenen ve gelecekte indirgenecek olan 600 milyon TL., tarım sektörünü gözden çıkarmak ile eş anlamlıdır. Zaten Dünya Bankası, 3.5 milyar $ civarındaki mevcut tarımsal desteğin 2002 yılında 1.4 milyar $‘a düşürülmesini istemektedir. Buna karşılık buğday, arpa, yulaf, mısır, çeltik ve pamukta doğrudan ödeme yapan ABD, 1998 yılında ödenmesi gereken 5.8 milyar $‘lık DGD‘ne ek olarak 4.5 milyar $ ödemiştir. 1998 yılında ABD‘nin tarıma verdiği toplam destek 15 milyar $, AB‘nin verdiği destek 45 milyar EUROS dolayındadır.

Niyet mektubunda, DGD sistemine geçmeden önce 2000 yılında uygulanacak hububat destekleme sistemine ilişkin taahhütler de bulunulmuş ve uygulama bu paralelde yürütülmüştür.
Niyet Mektununda, 2000/01 yılında Türkiye hububat fiyatları en az 150 ABD Doları, en çok Şikago Borsası 2.kalite kışlık kırmızı ekmeklik buğdayın Türkiye‘ye ithal maliyetinin (CIF HRW2) % 35 fazlası olacak şekilde ilan edileceği taahhüt edilmiştir.

Hükümet bu doğrultuda, 2000/01 yılı buğday fiyatını, 102.000 TL. olarak ilan etmiştir. Bunun anlamı, üretimde kullanılan tüm girdilerin % 100‘ler civarında zam gördüğü, tüketim harcamalarının dizginlenemediği bir ortamda, tarım ürünleri fiyatının TL bazında % 27.5 artırılması, $ bazında ise bir önceki yılın 15 $ altında ilan edilmesidir. Tarımsal üretim maliyetlerindeki ve enflasyondaki artış dikkate alındığında; tarım sektörünün desteklenmediği, hatta tam tersine vergilendirildiği ortaya çıkmaktadır.

Bir ülkenin tarımsal üretiminin değeri, iç üretim maliyetleri baz alınarak belirlenebilir. Hükümetin, Türkiye hububat fiyatlarını Şikago Borsası‘nda oluşan fiyatlara endekslemesi, dünyanın hiçbir bağımsız ülkesinde görülmüş şey değildir. Kaldı ki, ABD borsalarında oluşan fiyatlar, ABD üreticisinin eline geçen fiyatların çok altındadır.

Açıklanan fiyatlar, Türkiye‘nin özellikle İç Anadolu Bölgesi olmak üzere kimi bölgelerinde, üretim maliyetlerinin altındadır. Bu fiyatlar ile tarımsal üretimin sürdürülmesi olanaklı değildir. Nitekim gerçekte yapılmak istenen de budur.

2000/01 yılı, Türkiye‘de kişi başına ulusal gelirin ancak 1/3‘ünü alabilen çiftçinin perişanlığının daha da arttığı bir yıl olmuştur. Anadolu‘da, tüm hane halkının icralık olduğu köyler hergün basına yansımaktadır. Çiftçinin, köylünün pulluğu, traktörü, tarlası satılıktır, ancak alıcısı da yoktur. Buna karşılık bir sonraki yılda yapılması planlananlar düşünüldüğünde, üreticinin yine de en iyi yılının (!) 2000/01 olacağını öngörmek çok zor değil.

Niyet mektubunda, sübvansiyonlu tarımsal kredi kullanımına son verileceği belirtilmektedir.
Buna göre, sübvansiyonlu faiz oranı referans oranına eşit hale gelinceye kadar düşürülmeyecek, sübvansiyonlu oran referans oranı ile aynı kalacak, raferans oranı artmaya başlarsa referans oranının sübvansiyonlu oran üzerinde kalan yüzdelik farkı artmayacaktır. Kredi kullanıcılarına sabit veya piyasada geçerli olan sübvansiyonlu orana eşit değişken faiz oranı arasında seçim hakkı verilecektir.

Tarımsal kredileri kısma ve faiz oranlarını yüksek tutma düşüncesi, Türkiye koşullarında asla gerçekçi değildir. Tarımsal üretimi ticaretten ve sanayi üretiminden ayıran temel özelliklerden biri sermayenin devir hızının çok düşük oluşudur. Sanayi sürekli üretimde bulunup, üretimini nakite çevirirken gerek bitkisel gerekse hayvansal üretimde üretim belli bir zamanı kapsadığından, üretimin paraya çevrilmesi çoğu durumda yılda ancak bir kez olmaktadır. Bu nedenle tarımsal üretimi, ticari kredi faizi ile yapabilme şansı yoktur. Böylesi bir anlayış, çiftçiyi tarım dışına çıkarır ve tarım dışına çıkan çiftçiyi de bir daha tarlaya ya da ahıra sokmak mümkün olmaz.

2001/02 yılında yürürlüğe sokulması taahhüt edilen Doğrudan Gelir Desteği Sisteminin ülkemizde uygulanması halinde ortaya çıkacak çok önemli sorunlar aşağıda özetlenmektedir;

-Tüm Dünya uygulamalarında olduğu gibi, üretimden bağı kopartılmış bir doğrudan gelir ödemesi yıllar içinde azaltılacak ve zaten sefalet içinde yaşamaya çalışan üreticinin perişanlığı daha da artacaktır.

-Türkiye‘de kişi başına ulusal geliri yıllık 1.000 ABD Dolarının altında olan tarım kesimine verilecek doğrudan gelir, geçinme düzeyinin altında bir gelirle yaşamaya çalışan üreticilerin beslenme-barınma-giyinme gibi temel gereksinimlerine gidecek ve tarımın finansman açığı daha da büyüyecektir.

-DGD sisteminde müdahale kurumlarının varlığına gerek bulunmamaktadır. Bu çerçevede süreç içerisinde tüm tarımsal KİT‘ler özelleştirilecek ve üretim - pazarlama - tüketim ağında yaşanacak kaostan en çok üretici ve tüketici konumunda bulunan geniş halk kesimleri zarar görecektir.

-Üretimle bağı kopartılmış bir DGD sistemi ile ülke tarımının en acil gereksinimlerinden olan üretim planlamasının gerçekleştirilmesi ve uygulanması da olanaklı değildir. Tarımsal alan başına ödenecek destek uygulamaları üreticiyi en az masrafla en çok verimi alabileceği ürünlere yöneltecek, bir yandan açıklarımız devam ederken diğer taraftan ürün stokları oluşacaktır.

-Niyet Mektubunda, önemli bazı ürünlerle ilgili uygulamalara yer verilmekte, diğer ürünler ile ilgili olabilecek uygulamalar gözardı edilmektedir. Oysa, parite nedeniyle bütün ürünler birbirine bağımlıdır ve ürünler bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca, Niyet Mektubunda yer alan, destekleme fiyat politikası ve tarımsal kredi ve girdi (gübre) sübvansiyonu ile ilgili önlemler, diğer tarımsal politika araçları ile birlikte uygulandığında anlamlı sonuçlar verebilirler. Oysa, Niyet Mektubunda olabilecek diğer tarım politikası araçlarından bahsedilmemektedir.

-IMF ve Dünya Bankası‘nca ileri sürüldüğünün aksine, sahip olunan tarımsal arazi bazında yapılacak ödemelerden en büyük payı yine toprak ağaları almaya devam edecektir.

-Ülkenin halen çok önemli bir bölümünden kadastronun geçmemiş olması gerçeği karşısında, sistemin işleyebilmesinin olmazsa olmaz koşulu olan kayıt sisteminin hedeflenen tarihe kadar sağlıklı olarak gerçekleştirilmesi olanaksızdır. Sağlıksız bir kayıt sisteminden ise yine siyasiler ve toprak ağaları yararlanacak, bürokrasi ile başa çıkamayacak olan küçük üretici ise sistemde zaten küçük olan payını dahi alamaz duruma gelecektir.

-Yine savunulanın aksine, ülkenin tüm tarımsal arazi varlığı baz alınarak yapılan DG ödemesi ile Hazinenin yükünü azaltmak olanaklı değildir. Bunun ancak iki yolu vardır; Ya ödeme miktarı çok düşük seviyelerde tutulacak ya da geçmişte belirli ürünlerin ekim alanlar saptanarak yalnızca o alanlar için DGÖ yapılacaktır. İstatistik ve kayıt açısından ülkenin içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında, bunların sağlıklı olarak başarılabilmesi olanaklı değildir; ayrıca ürün ayrımına gitmenin, ülkenin değişik ekolojik bölgelerden oluştuğu düşünüldüğünde adaletli olmayacağı da açıktır.

-DGD sisteminde yükün vergi mükellefleri üzerinde olması nedeniyle; tarım dışı kesimler ile tarım kesiminin haksız ve çok yanlış olarak karşı karşıya getirilme durumu ortaya çıkacaktır.

-DGD sistemi ile girdi (gübre) desteğine son verilmesi, tarımsal üretimde ve DGD kapsamında olmayan üreticilerin gelirlerinde ani düşüşlere yol açacaktır. Desteğin kaldırılmasının, ülke ortalaması olarak yetersiz olan kullanım değerlerinin daha da aşağıya düşmesine neden olacağı ve bunun da tarımsal üretim kayıplarını sonuçlayacağı açıktır.

IMF İKİNCİ NİYET MEKTUBU

Bu arada Hükümet, 22 Haziran 2000 tarihinde IMF‘ye ikinci bir Niyet Mektubu vererek, ev ödevlerini yaptığını belirtmektedir. Sözkonusu mektubun 22 ila 24. maddeleri, tarım politikalarına ilişkindir.

Bu çerçevede öncelikle devlet bankalarınca sağlanan kredi sübvansiyonlarının kaldırıldığı, buğday destekleme fiyatının 9 Aralık tarihli Niyet Mektubu‘nda tarif edilen mekanizmaya uygun olarak artırıldığı (%27.5), Tarımsal Kooperatif ve Birliklerle ilgili yasanın çıkartıldığı belirtilmektedir.

24. maddede ise, 2000 yılı içinde TEKEL‘i reforma tabi tutmak ve tütün destekleme fiyat mekanizmasını kaldırmak için üç yeni kanunun çıkarılacağı belirtilmektedir. Buna göre ;

"ilk kanun TEKEL‘in destek alımı yapan birimini diğer ticari faaliyet gösteren birimlerinden ayıracak ve tütünün satışı için müzayede mekanizmasını hayata geçirecektir. TEKEL‘in destekleme alımı yapan birimi satılmayan tütünü aynı kalitedeki ürüne müzayedede verilen en düşük fiyattan en az %15 daha düşük bir fiyata satın alacaktır. İkinci kanun alkollü içki üretimindeki tekeli kaldıracak ve böylece özel sektörün piyasaya girmesini sağlayacaktır. Üçüncü kanun ile TEKEL‘in içki, tuz ve tütün ürünleri üreten tesislerinin özelleştirilmesi sağlanacaktır. TEKEL‘in ticari varlıklarının satışı 2001 yılında başlayacak ve 2002 sonuna kadar tamamlanacaktır."

TARIM ALANINDAKİ ÖZELLEŞTİRMELER YALNIZCA TARIM SEKTÖRÜNÜ ÇÖKERTMEKLE KALMAMIŞ, TÜRKİYE KIRSALININ GELİR OLANAKLARINI DA KURUTMUŞTUR.

Türkiye‘de günümüze kadar tarım alanında yapılan önemli özelleştirmeler arasında Et ve Balık Kurumu (EBK), Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK), Yem Sanayii gösterilebilir. Sırada Tekel, Tigem, Toprak Mahsülleri Ofisi (TMO) var.

Türkiye kırsalının en önemli gelir kaynağı tarımdır. Bitkisel ve hayvansal üretimin girdisini sağlayan ve çıktısını değerlendiren tarımsal KİT‘lerin özelleştirilmesi, öncelikle üretim miktarını azaltmış, ardından üretimin değerini bulmasını engellemiş, kırdaki yoksulluğu artırmıştır. Dünya Bankası, 1980 - 2000 yılları arasında, dünyada kentleşme oranı en yüksek üçüncü ülkenin Türkiye olduğunu söylüyor!.. Bunun anlamı, 1980‘den bu yana, dünyada köylüsü, çiftçisi en çok ezilen ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Olanın adı ise kentleşme değil, varoşlara yığılmadır.

Hayvancılığın içinde bulunduğu durum, EBK‘nun ve Yem Sanayii‘nin özelleştirilmesi ile yakından ilgilidir. Üretici, çayır-meraların kullanılamaz duruma geldiği bir ortamda, ya hayvanına yedireceği yemi ya da bunun parasını bulamamıştır. Kötü koşullarda yetiştirdiği hayvanı satmak konusunda ise celeplerin insafına kalmıştır. EBK‘nun boşalttığı alan, özel sektörce doldurulmuş, özel sektörün bu konudaki faaliyetleri ise üreticinin hayrına olmamıştır. Sözgelimi EBK‘nun Ankara‘daki arsası üzerine Migros inşa edilmiş, Türkiye‘nin başkenti hijyen koşullarına uygun hayvan kesiminin yapılabileceği bir mezbahaneden yıllarca yoksun bırakılmıştır. Doğan boşluk, borsa tarafından yaptırılmakta olan bir mezbahane ile kapatılmaya çalışılmaktadır. Ankara çevresi entegre et tesisleri ile dolmuştur. İşlevinin sürdüğü açık olan bir kurumun özelleştirme adı altında kapatılmasının, kamu yararına yönelik bir açıklaması yoktur.

SEK‘in özelleştirilmesi de benzer sonuçlar vermiştir. Özelleştirme adı altında yapılan uygulamalarla, Türkiye‘de sütçülüğün merkezi olan Burdur‘daki, Eskişehir‘deki SEK işleme tesisleri kapatılmıştır, çalıştırılmamaktadır. Süt üretiminin girdilerindeki inanılmaz artışlara karşın, Türkiye‘de süt fiyatları yıllardır değişmemektedir. Üretici sütünü, bölgelere göre değişmekle birlikte 100-130 bin TL‘den, kaymakamların başkanlığını yaptığı ve süt toplayıcısı olarak çalışan Köylere Hizmet Götürme Birlikleri‘ne satmaktadır. Sütün sudan ucuz olmasının nedeni, Türkiye‘nin köy köy, yerli-yabancı sermaye işbirliği ile kurulan ancak son yıllarda hızla çokuluslu şirketlerin eline geçen süt işleme şirketlerince paylaşılmış olmasıdır. Hiçbir fabrika bir diğer fabrikanın girdiği süt toplama ihalesine girmemekte, rekabet kurallarına aykırı bir şekilde ve anlaşmalı olarak belirlenen fiyatlar bazen izleyen ihalelerde düşmekte, süreçten ÇUŞ‘ler rant sağlarken üreticinin perişanlığı her geçen gün artmaktadır.

Tekel, TMO özelleştirildiğinde de olacağı budur.

Üreticinin en büyük gereksinimi, kuracağı kooperatifler vasıtası ile ürününü işlemek ve pazarlamak iken, 1 Haziran 2000 tarihinde çıkartılan bir yasa ile, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri‘nin işleme tesislerinin, özelleştirmeye başlangıç teşkil etmek üzere A.Ş‘e dönüştürülmesi hükme bağlanmıştır. Özerkleştirme adı altında, kooperatifin devlete olan vesayeti artırılmış, öncelikle çalışamaz duruma getirip sonra kapısına kilit vurmaya yönelik çalışmalar başlatılmıştır.

Sözleşmeli üreticilik, başka bir sömürü aracı olarak etkinliğini sürdürmektedir. Türkiye‘nin hemen tüm bölgelerinde, bitkisel ve hayvansal üretim alanında, üreticilere imzalatılan taahhütler aracılığıyla üretim yaptırılmakta, üreticiye verilen girdilerin karşılığında da senet imzalatılmaktadır. Bu taahhütname bazında ilerleyen ilişkiye girmek konusunda bile yoksul üreticiler arasında rekabet oluşturulmakta, üretilen ürün önceden belirlenmiş düşük bedellerle üreticiden alınmakta, fabrikanın üretim kapasitesi ile ilgili sorunların oluşması durumunda, hiçbir gerekçe gösterilmeden ürün alımına son verilmekte, üretici ürünü ile baş başa bırakılmaktadır.

Başlangıç olarak konunun hukuki boyutunun sakıncalarına değinmek gerekir. Sözleşmesel bir ilişkinin, tarafların imzaladığı, karşılıklı hak ve yükümlülükleri belirleyen sözleşmeler ile yürütülmesi olanaklıdır. Sürecin taahhütnameler ile yürütülmesi, sömürüye dayanmasının açık kanıtıdır. Tarım Bakanlığı‘nın yayınladığı konu ile ilgili yönetmeliğe aykırı uygulamalar, Türkiye kırsalında ve firma elemanlarının yönlendirmeleri ile yürütülmektedir. Bunun dışında, sözleşmeli üretim modeli, tarımsal üretim tekniklerinin gelişimine de bir katkı yapamamaktadır. Girdiler (tohum, gübre, ilaç) firmalar tarafından sağlanmakta, girdilerin verilmemesi halinde, pazarlama olanakları da sınırlı olan üreticinin üretimini sürdürmesi olanaksızlaşmaktadır.

Türkiye‘de üretici ve tüketicinin zararına işleyen bir mekanizma da, yaş sebze ve meyve ticaretini düzenleyen hal yasası ile kurulmuştur. Kooperatifler ile ürününü pazarlayamayan üretici, hal komisyoncularına mahkum olmaktadır. Onlar da, fiyatların kendi çıkarları doğrultusunda oluşması için gerekli tüm uygulamalara girmekte; sonuçta üreticinin ürünü yok pahasına elinden çıkarken büyük kentlerdeki tüketicilerin ödedikleri yüksek bedeller komisyoncuların kasasına girmektedir. Türkiye‘de hal reformu diye topluma sunulan düzenlemelerin tümü, komisyoncuların aldıkları komisyon oranını artırıcı düzenlemelerdir. Başka bir deyişle sayıları 3.000 dolayında olan komisyoncuların çıkarları, üretici-tüketici konumundaki geniş kesimlerin çıkarlarına tercih edilmektedir.

Tüm bu gelişmeler, Türkiye kırsalındaki yoksulluğu derinleştirmiş, "varoşların denetim altında tutulması" giderek zorlaşmıştır. Bu tükenişin "yönetilebilir" bir noktada tutulması yönünde "saptanan ihtiyaç", köylere hizmet götürme birlikleri ve sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakfı uygulamaları ile giderilmeye çalışılmaktadır. Bu kapsamda hane başına inek, kovan, örtü altı sebzecilik ekipmanları, fidan dağıtımı kırsalda olağan uygulamalar haline gelmiş, ancak bilime aykırı bu faaliyetlerden sürekli bir başarı sağlamak olanaklı olamamıştır. Kesilen inekler, sönen kovanlar yenilenmekte; ilaç reçetelerinden "uygun görülen bir bölümü" ödenmektedir.

Aslında yapılan, Dünya Bankası‘nın geliştirdiği "yoksulluk yönetimi" dir. Bu teori kırsal kalkınmaya, yaşam koşullarının düzeltilmesine, kişisel gelişime yabancıdır. Temel amacı ise, kentlerde ucuz işgücü rekabetini canlı tutmak için, kırdaki "stok"un asgari koşullarda yaşatılmasıdır.

Elbette bu insan onuruna aykırı düzen değiştirilmeli, olup bitene "yeter artık" denilmelidir.

TÜRKİYE TARIM POLİTİKALARI, ÜLKE GERÇEKLERİ / GEREKSİNİMLERİ DOĞRULTUSUNDA DÜZENLENMELİDİR.

-Öncelikle, tarım üreticilerinin ve işçilerin önderliğinde, ulusal tarım politikaları belirlenmeli, küresel sömürünün araçları olan IMF ve Dünya Bankası ülkeden kovulmalıdır.Rant ekonomisi ve ondan beslenenlere "dur"denilmeli, üreten ve hakça paylaşan bir sistem kurulmalıdır.

-Diğer alanlarda olduğu gibi, tarım alanındaki tüm özelleştirme uygulamalarına derhal son verilmeli, kurumlar siyasi rant sağlama aracı olmaktan çıkarılarak özelleştirilmeli, gerçek sahibi olan üreticiye ve işçiye devredilmelidir.

-Derhal ve acilen adil bir toprak reformu yaşama geçirilmeli, "milenyumun feodal beylerinin" ağalıklarına son verilmeli, topraklar işleyenlere dağıtılmalıdır.

-Tarım alanında kamusal bir yatırım seferberliğine girişilmeli, tarımın ve kırsal alanın alt yapı sorunları çözülmelidir.

-TİGEM‘ler üreticiye bitkisel ve hayvansal üretim materyallerini sağlamalı, yöresel araştırma-geliştirme, üreticiye yönelik bilgilendirme, gösterme, yayım işlevleri ile ulusal tarımın motoru niteliğine dönüştürülmelidirler.

-Üreticiler, köylüler kooperatif, işçiler sendika çatısı altında birleşmeli, örgütlü olmaktan gelen güç alana yansıtılmalıdır. Ortak makine parkları, ortak işleme tesisleri kurulmalı; üretimden işlemeye-pazarlamaya kadar olan tüm süreç, örgütsel yapı tarafından yönetilmelidir.

Okunma Sayısı: 3350